Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Edebiyatta mekân veya Bekri Mustafa'nın mezarı

        Verandada oturmuşum; sadece belirli aralıklarla, düzenli bir biçimde kıyıya vuran dalgaların sesi geliyor. Gece, üzerine ayın şavkı düşmüş derin bir kuyunun dibi gibi sessiz... Ay, gökyüzünde bakır bir tepsi misali. Sanki o tepsiden avuç avuç gümüş döküyorlar denize; yakamozlar, yeşil bir çayırlıkta yanıp sönen ateşböceklerine benziyor durgun suyun yüzeyinde.

        O kadar dalmışım ki elimdeki “Aşıklara Yer Yok” (Doğan Kitap) kitabına, ne zamandan beri okuyorum hatırlamıyorum. Van’dayken, bir pazar sabahı, Van’ın ekâbir takımının gittiği; Yılmaz Erdoğan’ın “Yaşayabilme İhtimali” şiiriyle meşhur olan Van’ın artık alamet-i farikası haline gelmiş bir kahvaltı salonunda aniden çıktı karşıma sevgili dostum Tarık Tufan. Uzun bir süreden beri görmediğiniz bir dostunuzla karşılaştığınızda, onun da sizi özlediğini, onun da sizi görmekten mutlu olduğunu anlamak o kadar zor değildir; böylesi karşılaşma anlarında eğer karşılaştığınız kişinin gözlerindeki gülümsemeyi fark ederseniz hemen, bilin ki orta yerde giderilecek bir hasret vardır. Bilirsiniz, sadece hakiki dostlar gözleriyle gülümserler birbirilerine.

        Tarık da öyle gülümsedi bana doğru gelirken. Van’da birkaç saati birlikte geçirdik. Faruk Duman’la katıldıkları halk kütüphanesindeki panele birlikte gittik. Sonuna kadar kalmadım söyleşinin ama o konuşurken bir yığın şey gelip geçti gözlerimin önünden, bir sürü yeni şey öğrendim ondan.

        Sonra bana son romanı “Aşıklara Yer Yok”u “Sevgili ağabayim Muhsin Kızılkaya’ya kelimelere, hikayelere, iyi insanlara tutunarak” diye imzalayıp verdi. Kitap çıkınca bir arkadaşı adına bakıp “Hiç mi yok?” diye sormuş, o da “yok” demiş. Her romanında İstanbul’un farklı bir semtini alıp mekân yapıyor hikayesine Tarık. Çocukluğu İstanbul’da geçmiş, Eminönü sınırları içinde. Vakti zamanında Eminönü’nde çocuk arkadaşlarıyla izbe yerlere girip çıkarlarken en çok “Bekri Mustafa”nın mezarı kalmış aklında. Çocuk halleriyle orada yatan kişinin “sarhoşların piri” olduğunu biliyorlar, zira Bekri’nin hikayelerini, fıkralarını şehirde bilmeyen yok. Sonra Bedrettin Dalan dalmış oralara, bir ara Bekri Mustafa’nın mezarı kaybolmuş, sonra bir yerlerde yeniden ortaya çıkmış ama bu kez adı değişmiş olarak; şu andaki adı “Bekri Mustafa Hazretleri”dir.

        Tarık Tufan; romanda mekân seçimi üzerine sorulan bir soru üzerine şehrin çeşitli yerlerinde bulunan mekânların zamanla nasıl değiştiğini, nasıl yeni anlamlara büründüğünü anlatmak için Eminönü’nde bulunan “Bekri Mustafa Hazretleri” türbesini örnek verdi.

        *

        Çeşitli kaynaklara baktım; Bekri Mustafa’nın Dördüncü Murat devrinde yaşadığı rivayet edilir. Padişahla aralarında geçtiği söylenen birçok fıkra dolaşır halk dilinde. Bekri’nin 40’lı yaşlarının ortalarında öldüğünü söylerler. Vasiyeti üzerine, şimdiki Ahi Çelebi Camii’nin arka tarafında bir zamanlar İstanbul’un en meşhur meyhanelerinin bulunduğu yere, özellikle meyhanelere yakın bir yere gömerler. Sarhoş Bekri bir süre sonra “Bekri Baba” olur çıkar. Türk, Rum, Ermeni, Yahudi İstanbul ahalisinin her gece içki içen kocalarından mustarip kadınları, kocaları bu illetten kurtulsunlar diye Bekri Baba’nın mezarından aldıkları toprağı, şifa olur diye, heriflerin yemeklerine kattıkları bile rivayet edilir. Burası gerçekten de onun mezarı mı bilinmez ama çok eskiden beri İstanbul’un meşhur ayyaşları burayı “pirlerinin” istirahatgâhı kabul etmiş, o büyük “zata” hürmet göstermiş, ellerinde şarap şişeleriyle “türbeye” gelmiş, şerefine içmiş, şişenin dibinde kalan miktarı da rahmetlinin mezarına dökmüşler. Kocalar Bekri Baba’nın şerefine şişeyi kafaya dikerlerken, çaresiz karıları da o “büyük zattan” medet ummuşlar uzun bir süre.

        1980’lerde Bekri Baba, burada huzur içinde yatarken, bir ara aniden mezarı kaybolmuş. Dönemin belediye başkanı Bedrettin Dalan, dozerle İstanbul’un birçok yerine dalarken, dozerinden Bekri Mustafa’nın mezarı da nasibini almış. Bekri Baba’nın kırılan mezar taşını ve sandukasını olduğu yerden alıp, başka bir muhterem zat olan Şeyh Abdülrauf Şamadani Hazretleri’nin ayak ucuna gömmüşler. Bugün, orada bulunan bir üniversitenin arkasındaki bir otoparkta yer alan türbenin üzerinde “Bekri Mustafa Hazretleri” yazısı var. Hâlâ bir zamanlar “sarhoşların evliyası” olarak bilinen zatın türbesine gelip çaput bağlayanların, mum dikenlerin olduğu söylenir.

        Bir başka İstanbul gezgini olan Osman Cemal Kaygılı, Bekri Mustafa’nın hayatını anlatan bir roman yazmış vakti zamanında. Kaygılı, mezarının ziyaretgah halini almasını şöyle anlatır kitabında:

        “Tövbekâr olup evlenen Bekri Mustafa, zamanını iyilikler yaparak geçirmektedir. Şimdi seyrekçe uğradığı meyhanelerde herkes ona tam bir mübarek adam, tam bir Allah adamı, tam bir veli gibi bakıyor, hatta Hıristiyan meyhaneciler ondan kerametler, şefaatler umuyordu. İşte onun içindir ki bugün Yemiş İskelesinin arkasında Yemişçiler Çarşısının ortasında bulunan Mustafa'nın mezarı ziyaretgâh halini almış, başında mumlar yanmış, kendisine birçok adaklar adanmış, hele kocalarının rakıdan kurtulmalarını isteyen kadınlar bu mezara gelip Mustafa'nın ruhuna okuyarak, kocalarının rakıdan kurtulması için ondan şefaat diledikleri gibi, eskiden Akdeniz ve Marmara Adalarından buraya kayıkla düz rakı ve mastika gibi şeyler getiren Adalı Rum kayıkçılar, gelip giderken yolda fırtınaya tutulmamak, batmamak için Mustafa'ya mumlar, yağlar adar ve sağ salim buraya gelince adaklarını yerine getirirlermiş. Kırk beş, kırk altı yaşlarında öldüğü rivayet edilen Mustafa'nın buraya gömülmesi meselesine gelince: Onun için de birkaç rivayet vardır. Sözde o civar, vaktiyle İstanbul'un en meşhur meyhanelerinin bulunduğu yer olduğu için Mustafa ağır hasta iken ölünce bu meyhanelerin arasında gömülmesini vasiyet etmiştir...”

        Tarık Tufan, Eminönü’nden Cankurtaran’a geçti sohbet sırasında. Okuduğum son romanının mekânı bu kez Cankurtaran’dır. Buraya dair bildiklerini anlatırken ben de mekân üzerine düşünmeye başladım bir yandan da onu dinlerken.

        *

        Mekân, hafızasıdır insanın. Ona zaman eşlik eder. Mekân ile zaman, ayrılmaz ikilidir. Ama zaman, her zaman mekâna sadık kalmaz. Evet, aralarında bir aşk, bir bağlılık vardır ama zaman çoğu zaman mekâna ihanet eder, onu aldatır, sağıyla soluyla oynar, kendine göre bir biçim verir ona. Her zaman istediğini elde edemez zaman, hatta çoğu zaman tam tersi sonuçlara yol açar. Onun dokunuşlarıyla bazen eciş bücüş bir biçim alır mekân, duvarı yıkılır, şekli değişir, façası bozulur. Bir süre sonra zaman onu terk edip gider. Ama mekân öyle değildir. Mekân hep bekler. Döküle döküle, yıkıla yıkıla, son taş, son toprak, son işaret kalana kadar bekler. Sadıktır. Tıpkı bir dağ başı istasyonunda, gelecek olan treni bekleyen sabırlı istasyon şefi gibi. Bekler ama, bekler, ta ki günün birinde birileri gelip üzerindeki zamanın tozunu, toprağını, molozunu, hafriyatını atıncaya dek…

        Her iyi yazar aynı zamanda iyi bir mimardır. Farklı farklı mekânlar yaratır yazar. Zaten mekân denilen şeyi en çok yazarlar ile mimarlar sever. Bir yer ver iyi bir mimara sana orada hayallerin ötesinde bir mekân yaratsın. Bir mekân düşler mesela bir yazar; ortaya Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanındaki “yok yer”Macondo” çıkar. William Faulkner mesela. Yazdığı romanların hemen hemen tümü aynı mekânda, kendisinin kurduğu bir yerde, adını “Yoknapatawpha” dediği bir yok bölgede geçer. Orası neresi, haritanın neresinde yer alır, ondan başkası bilmez. Belki de yaşadığı kasabanın yakınında bir yerdir, belki de uzağının yakınında, sadece o bilir ama bizi böyle bir yerin varlığına ikna eder.

        Yaşar Kemal’in Çukurova’sı ise hayali bir yer değildir mesela, Orhan Kemal’in dolaştığı yerler de öyle. Herkesin bildiği bir coğrafik mekânı almış, ona yeniden hayat vermişler iki gardaş. Orhan Pamuk’un İstanbul’u da öyle, bazı mekanları -Alâaddin’in dükkânı gibi- alır, kendi hayal dünyasıyla yeni bir biçim ve mana verir ona. Onun dünyasında gerçek mekanlarda hayali karakterler yaşar, biz onları görmeyiz ama onlar çeşitli romanlarda birbirleriyle karşılaşırlar. Mesela “Masumiyet Müzesi”nin Hilton Otelindeki meşhur nişan töreninde davetliler arasında Cevdet Bey de yanılmıyorsam Celal Salik de vardır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanları da öyle… Yok olup gitmekte olan bir kültürün hüzünlü şarkısı eşliğinde İstanbul bir karakter olarak çıkar karşımıza. James Joyce, bizi Dublin’de gezdirir. “Ulysses”te geçen bir sabuncu dükkanının hâlâ açık olduğunu, hâlâ yazarın tarif ettiği sabunları sattığını yazar Umberto Eco “Genç Bir Romancının İtirafları” kitabında…

        *

        Umberto Eco, “Gülün Adı”nı yayınladıktan sonra birçok okurun ona mektup yazarak romanın geçtiği manastırı gidip gördüklerini anlatırlar ona. Oysa öyle bir manastır yok, muzip yazar, o manastırın yerini de krokisini de uydurmuş. Ona göre romanın geçtiği gerçek manastırı arayıp bulanlar “edebiyatın usullerine yabancı saf okurlardır”, öyle görülüyor ki kültür düzeyleri ne olursa olsun pek çok okur, kurmacayla gerçek arasındaki farkı göremiyor ya da göremez hale geliyor alime göre. “Kurmaca karakterleri, sanki onlar gerçek insanlarmış gibi ciddiye alıyorlar.” Demek bütün dünyada durum böyle.

        Bir gün bir arkadaşı Umberto Eco’dan şu konuda bir seminer vermesini ister:

        “Eğer ‘Anna Karenina’nın gerçek dünyada var olmayan kurmaca bir karakter olduğunu biliyorsak o zaman onun düştüğü kötü duruma neden ağlıyoruz ya da talihsizliği bizi neden derinden etkiliyor?”

        Bir gösteri sanatı eğer seyircileri ağlatma üzerine kurgulanmışsa, kültür düzeyi ne olursa olsun bütün seyirciler gösterilen trajik hikâye karşısında gözyaşlarına hâkim olamazlar. Bu bir estetik sorunu değildir Eco’ya göre, büyük sanat yapıtları büyük duygu patlamalarına yol açmayabilirler, buna karşın birçok kötü sinema filmi, birçok ucuz roman insana şakır şakır gözyaşı döktürürler.

        Vakti zamanında Yeşilçam filmlerine gidip, o melodramları seyredip ağlamayana rastlanmazdı. Bırakın ağlamayı, o perdede olup bitenleri gerçek sananlar tıpkı Eco’nun hayali manastırını gerçek manastır sananlar gibi, çoğunluktaydı.

        Misal Urfalı, yazlık sinema devrinde karısını sinemaya götürmeye karar vermiş. Daha önce gördüğü bir film oynuyor sinemada, çok beğenmiş, eşi de görsün istiyor. Gişeden bilet alırken daha anlatmaya başlamış filmi. Sonra yerlerine oturmuşlar, film başlamış, biraz sonra olacakları anlatmaya devam etmiş karısına. Filmin kahramanı binanın köşesini dönecek, düşmanları orada pusuda bekliyor, adam anlatmaya devam etmiş, “Bax, biraz sonra adam köşeyi dönecax, orada hasımları uni bekli, vuracaxlar uni” demiş karısına ve başlamış filmin kahramanına yalvarmaya; “gitme” demiş, “gitme, yalvarırım gitme, vuracaxlar seni, gitme diyem” diye tutturmuş, karısı iyice heyecanlanmış, ağlamaya başlamış, “Bırax gitsin, sen insanlığını yaptın” demiş kocasına.

        *

        Bir sinema filminin, bir romanın, bir hikâyenin kurmaca dünyasına gittiğimiz andan itibaren, orası bizim yaşadığımız gerçek dünyaymış gibi bir hale bürünür, o dünyada yaşamaya başlarız o dakikadan itibaren. Başka yazılarda da anlattım, Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” romanı yayınlandığında, kitabı okuyan birçok kişi intihar eder. Werther gibi giyinen, onu gibi yürüyen gençler çıkar sokaklara, bir süre sonra peş peşe intiharlar başlar. Bu duruma edebiyatta “Werther etkisi” denir. Bir arkadaşı aşk acısı çekiyor diye kimse intihar etmemiştir ama Werther’in acılarına dayanamayıp intihar edenlerin sayısı bir hayli fazladır.

        *

        Tarık Tufan’ın, Firdevs’e tutkuyla bağlı kahramanı Orhan, aşktan kaçmak için gece yarısı gelen bir telefonla kendini sayfiye kasabası Saklıkuyu’da bulur. Romanı okuduktan sonra tıpkı bir okurunun Umberto Eco’ya “hikayenin geçtiği manastırı aradım buldum” demesi gibi Tarık Tufan’a birisi “Sakılkuyu’ya gittim, Vedia Sultan Bimarhanesi’ni buldum” dese sanırım Tufan ona, “evet hikayemin önemli mekanlarından birisidir burası, ama böyle bir yer yok, yine de ısrar ediyorsan, bunu bir iltifat kabul ederim, demek ki öyle gerçekçi bir mekan tasarlamışım ki, gidip gördüğün yer her neresiyse orayı benin anlattığım mekan sanmışsın” dese ne kadar doğru bir şey söylemiş olur. Saklıkuyu’daki bu eski bimarhaneye, çok eskiden delileri ya da zengin ailelerin saklamak istedikleri çocuklarını buraya yerleştirirlerdi. Osmanlı döneminde, Vedia Sultan başka niyetlerle yaptırmış olsa da “saray artıklarının” (ne dehşet ifade) çürümeye atıldığı bir mekandır burası. Cumhuriyet döneminde halk “bimarhaneye” “tımarhane” demeye başlamış. Mekânın geçmişi romanda uzun uzun anlatılıyor, en son apartman haline getirilmiş, daire daire satılığa çıkmış, o dairlerden birisi roman kahramanı Orhan’ın bir arkadaşınındır, marazi aşkı Firdevs’i unutmak için bir anda kendini burada bulur Orhan.

        Zamanında “saray artıklarını” topladıkları bu mekânın üç dönemini Tarık Tufan, hikayesine derinlik katmak için o kadar etkileyici kullanmış ki, uzun bir süreden beri bir romanda geçen bir mekân bende bu kadar gerçeklik duygusu yaratmamıştı.

        *

        Ay büyüdükçe büyüdü. Yazıya birçok şey girdi çıktı. Bir ara, Servantes’in “Don Kişot”undan defterime not ettiğim şu sözlerini okudum:

        “Don Quijote kitaplarına öylesine daldı ki, güneşin batışın­dan doğuşuna kadar bütün gecelerini ve şafaktan gün batımına kadar bütün günlerini onların başında geçirdi; az uy­kuyla ve çokça okumayla beyni öyle kurudu ki aklını yitirdi. Kitaplarda okuduklarıyla doldu imgelemi, sihirlerle, kavga­larla, savaşlarla, meydan okumalarla, yaralarla, inlemelerle, aşklarla, acılarla ve her çeşit olanaksız saçmalıklarla; oku­dukları zihnini öylesine hükmü altına aldı ki okuduğu bütün uydurmacalar ve hayaller gerçeğe dönüştü, öyle ki dünya­daki hiçbir tarihin bu kadar gerçek olmadığına inandı.”

        En iyisi yazıyı bir Bekri Mustafa anekdotuyla bitirmek.

        İstanbul’un fakir bir mahallesinde Bekri Mustafa’nın yoluna bir cami çıkar. Musalla taşında bir tabut var ama namazı kıldıracak imam yok. Başında kavuğu, sırtında cübbesiyle oradan geçen Bekri Mustafa’yı hoca zanneden cemaat, yolunu keser, namazı kıldırmasını rica ederler ondan. “Kıldıramam, ben hoca değilim” der ama dinleyen kim, ittire kaktıra cemaatin önüne geçirirler. Bekri Mustafa istemeye istemeye namazı kıldırır cemaate, daha sonra da tabutun örtüsünü açar, ölünün kulağına bir şeyler fısıldar. Cemaat, ölüye ne söylediğini merak eder, sıkıştırırlar, Bekri Mustafa gülerek şu cevabı verir: “Mevtaya dedim ki, sen şimdi aramızdan ayrılıp ahirete gidiyorsun ya. Eğer orada, bu dünyanın ahvalini sorarlarsa sana, Bekri Mustafa imam oldu dersin. Onlar durumu anlar…”