Geçtiğimiz Nisan ayında, havanın ısındığı gecelerin birinde, İstanbul’da yatak odası penceresini açık bıraktım ve uykuya daldım. Yattığım oda birkaç apartmanın tam ortasında kalan şehir merkezindeki nadir yeşil alanlardan birine bakıyor. Ama İstanbul’da büyüklüğü ne olursa olsun herhangi bir boş arazinin işgal edilmemesi mümkün olmadığı için tam ortasında hiç kimsenin dokunamadığı ve zamanla çaktırmadan genişleyen bir gecekondu yer alıyor. Sahibi geçtiğimiz günlerde artık köyde daha fazla vakit geçireceğini söylüyordu; bu yüzden evini Airbnb yapmak istiyormuş.
Bir yandan Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki apartmanlar bile kaçınılmaz değişimle yeni sahiplerini karşılarken, bahçedeki gecekondu zamana direnerek köy hayatını şehrin merkezinde yıllardır sürdürüyor. Bahçesinde çeşitli türde hayvanlar var, bir de sayılarını asla tam olarak tespit edemediğim kadar çok kedi. İnsan kendi şehrinden bir süre de olsa uzak kaldıktan sonra sokağın sesine yabancılaşıyor. Yaşadıkça normal gelen, alıştığımız için uykumuzu bölmeyen sesler, mesela ezan, belli bir ara verip geri gelince şaşırtabiliyor. O gece sabaha karşı uykudan fırlamamın nedeni ise ezan sesi değil, bahçeden gelen çığlıklardı. Sadece ve sadece apartmanın arkasındaki bahçede toplu bir bebek katliamına ait olabilecek kadar dramatik ve korkutucuydu. Ancak işkenceyle yavaş yavaş katledilen bebekler hayata tutunmak için böyle bağırabilirdi.
Uyku sersemliği geçtikten sonra sesin kaynağını fark ettim: azmış kediler. Gün ışıyana kadar bağırmaya devam ettiler. Ertesi gece pencereyi açmamam için yeterli bir uyarıydı. Bir süre sonra da, şehrin diğer sesleri gibi, alıştım ama yataktan fırladığım andaki travma belleğimde kaldı. Hatırladıkça hala çok korkunç bir olaya tanıklık etmiş gibi ürperiyorum.
*
İstanbul sokaklarında başıboş kedilerin dolaşması şehrin sorgulanmayan, kabul görmüş ve pek çoklarına sempatik gelen dokularından biri. Kedilerin heykelleri var, İstanbul’un kedileri hakkında yurtdışında sinema festivallerinde gösterilen “Kedi” diye bütün dünyada çok beğenilen bir belgesel çekildi, dışarıdan gelen turistler de sokaklarda başıboş gezen kedileri kentin karakterinin bir parçası olarak ilginç buluyor, fotoğraflıyor. Kediler hakkında karikatürler çiziliyor, İstanbul kedileri ticari ürünlerin üzerinde birer pazarlama objesi olarak kullanılıyor, hemen herkes tarafından romantize ediliyor.
İstanbul’da kedilerin varlığını bir sempati unsuru olarak kabul ettiğimizden ne sayılarını sorguluyoruz ne de sokaklarda başıboş dolaşmalarının yaratabileceği olası sorunları. Sokak köpekleri bir nebze olsun tartışılıyor ve çok keskin tarafları var: İki ekstrem kamp “Bütün köpekler öldürülsün,” ve “Bütün canlılar yaşamalı,” gibi hamasi sloganlara hapsolarak birbirleriyle yıllardır kavga ediyor.
Kavga ediyor, demem lafım gelişi değil. Türkiye’nin hayvan hakları savunucuları gerektiğinde fiziksel şiddete başvurmaktan çekinmiyorlar. Hayvanları savunduğunu söyleyenlerin insanlarla sözlü ya da fiziksel şiddete varmadan konuşamamaları ironik bir durum; başta Panter Emel gibi aktivistlerin hayvan haklarının yüzü olması—en azından bende—sempatiyi fena halde köreltiyor.
Ben de onlardan korkuyorum. Taksim Meydanı’nda “Allah yoktur!” diye bağırsam belki bir ihtimal linç edilmekten kurtulurum. Ama sokak kedilerini tartışmaya açtığım herhangi bir ortamdan sağ çıkacağımı zannetmiyorum.
Sokak hayvanlarından “sevimli dostlarımız” diye bahsederek, belediye duyurularından gazete sayfalarına başıboş kedi ve köpekleri bu çerçevede değerlendirerek yaratabilecekleri olası sorunların tartışılmasını engelliyoruz. Kedi ve köpeklerin itlafını tartışmak adeta bebekleri canlı canlı öldürmek gibi algılanıyor. Yine de sokak köpekleri meselesi en azından tartışılıyor, bir çözüm aranıyor. Ama kedi meselesi öyle bir tabu ki hiç kimse ağzını açmıyor.
*
Üzerinde hırka bir yelek, ayağında Ceyo terlikler, ağzında kağıdı epey yanmış ve ucunda düşmemeye direnen birikmiş külüyle sigarasını iki dudağının arasında dengeleyen, elinde yoğurt kabıyla apartmanın önünde kedileri besleyen o kadını hepimiz tanıyoruz. “Cat lady” popüler kültürde kullanılan, çizgi filmlerde yer alan, oyuncak bebekleri yapılan bir karakter. Ve Amerika’nın yaşayan en büyük romancısı Jonathan Franzen’ın bu sene başında New Yorker’daki makalesinde aktardığına göre Los Angeles’ta artan kedi nüfusunun müsebbipleri arasında yer alıyor.
Los Angeles’ın tıpkı İstanbul gibi ciddi bir başıboş kedi sorunu olduğunu bu makaleden öğrendim. Bir hesaba göre LA’de sokaklarda 960 bin kedi yaşıyor, başka tahminler bu sayıyı 50 bin ile üç milyon arasına koyuyor. Franzen’ın verdiği bilgilere göre bir kedi dört aylıkken hamile kalabiliyor, yılda bir yavrudan daha fazla verebiliyor. Kışın hemen hemen hiç gelmediği Los Angeles’ta sıcak iklim kedilerin üremesini kolaylaştırıyor.
Pandemide özenip evcil hayvan alanların bakmaktan vazgeçmeleri, ev sahiplerinin kediye izin vermemeleri, artan enflasyon yüzünden evcil hayvan bakımının maliyetinin artması ya da ölen kedi sahiplerinin çocuklarının hayvanları istememesi sokaktaki nüfusun artmasına neden oluyor. “Los Angeles bir göçmen şehri olduğu için,” diyor Franzen,“pek çok kişi sokaklarda kedilerinin başı boş dolaştığı kültürlerden geliyor ve kısırlaştırma çok yaygın değil.”
Hayvan hakları savunucularının ve belediyenin artan kedi nüfusunu öldürmeden kontrol altına almayı hedefleyen çözümü kedileri yakalayıp kısırlaştırıp yeniden sokağa salmak. Kısırlaştırılan sokak kedilerinin insanlarla birlikte daha iyi yaşadıkları, beni uykumdan fırlatan çığlıkları atmadıkları, olur olmaz her yere işemedikleri gibi vaatleri var bu yöntemi savunanların.
Türkiye’de belediye jargonlarına giren “sevimli dostlarımız” ifadesi gibi Los Angeles’ta da terminoloji değişikliğiyle sokak ya da vahşi kedilere artık “toplum kedileri” deniliyor. Böylece algıda sempatik hale getiriliyorlar ve toplum kendisini kedilerle yaşamaya, kedileri toplumun bir parçası olarak kabul etmeye mecbur hissediyor.
“Hayvan dostlarının” bu dayatması İstanbul’da da kedilerin varlığının sorgusuz sualsiz, tıpkı Kız Kulesi gibi şehrin vazgeçilmez bir parçası olarak kabul edilmesine yol açıyor. Kız Kulesi’ni yıkmayı bile önerebilirsiniz ve birileri destek olur, ama İstanbul’un kedilerden arınması adeta Anayasa’nın o değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri gibi.
*
Kedileri kısırlaştırıp yeniden topluma kazandırma projesinin altındaki mantık yeteri kadar havyanın üremesi engellenirse nüfusun da azalacağına dayanıyor. Kısırlaştırılıp sokağa geri bırakılan hayvanlar belediye barınaklarından kurtulmuş oluyor. Belediye barınaklarının mantığıysa kurtarılıp tedavi edilen kedilerin illaki bir ev bulacakları, hayvan sever biri tarafından evlat edinilecekleri.
Her iki seçenek de fazla iyimser ve pratikte gerçekleşmesi imkansız. Kedileri teker teker yakalayıp kısırlaştırmak, Franzen’ın da yazdığı gibi, tek tek hayvanların üremesini engelliyor. Ama toplu nüfus artışını engelleme konusunda etkili değil. Ciddi anlamda bir üreme kontrolü için toplam kedi nüfusunun yüzde 70’inin kısırlaştırılması gerekiyor. Bu da teoride mümkün olsa da pratikte imkansız. Bu kısırlaştırmanın faturasını kim ödeyecek? Ödeyecek biri bulunsa dahi her kediyi yakalamak mümkün değil; kediler yakalanmama konusunda çok usta.
Los Angeles şehri yılda 20 bin kedinin daha aşılanmasıyla 30 yılda kedi nüfusunun yüzde 13 azalacağını hesap ediyor. 2020’da sokak hayvanları için “Sıfır Ölüm” amacını benimseyen şehir şu anda bu kısırlaştırma hedefinin çok gerisinde. Kısırlaştırmak isteyenler için yeterli randevu temin edecek klinik ya da kedi sayısına yetişecek kadar veteriner yok.
Türkiye’de de hemen her belediye kedilerin kısırlaştırılması, bakımı, barınaklar için yıllık bütçesinden ciddi bir rakam ayırıyor. Sadece İstanbul belediyesi, kendi ifadesiyle, “can dostlarımıza” 199 ayrı noktada her gün bir ton mama dağıtıyor. Bunun maliyetini kedi sevenler kadar benim gibi kedilerden rahatsız olanlar, hatta kedi alerjisi olan vatandaşlar karşılıyor.
Farklı partilerin yönetimindeki şehirlerin de başıboş hayvanlar için benzer hizmetleri, veterinerleri, barınakları mevcut. Sorun şu: Kedi sayısı sahiplenmek isteyenlere kıyasla çok fazla. “Sokaklar kedilerin açık havadaki doğal evi olarak görüldüğü sürece sorumluluk almaya niyeti olmayan ya da alamayacak kişiler tarafından ev kedileri daha fazla terk edilecektir,” diyor Franzen.
Yoğurt kabını her akşam dışarı çıkaran kadının bilmediği sokakların kediler için güvenli bir ev olmadığı. Otomobiller tarafından eziliyorlar, öldürülüyorlar ya da sakat bırakılıyorlar. Zehirleniyorlar, iklim şartlarına uyum sağlayamadıkları için hayatta kalamıyorlar. Gözlerini kaybeden, ölmekten beter hayatta kalan kediler var.
Travma geçiren kediler daha da vahşileşiyor, onları kurtarmak isteyen iyi niyetli insanların başına ciddi bela açıyorlar. Böyle bir tanıdığım var: ölümden döndürdüğü kedisi ona aylarca işkence etti, evdeki diğer kedilerle geçinemedi ve düzeni bozdu. Ciddi bir maddi külfet de cabası.
Dahası sokaklara bırakılan mamalar—bireyler ya da belediyeler tarafından—Los Angeles’ta çakalları çekiyor. Franzen’ın aktardığına göre çakallar önce kediler için bırakılan mamayı yemeye geliyor, ardından kedileri yemek için bekliyor, daha sonra da insanlara karşı vahşileşiyor.
*
Jonathan Franzen’ın başıboş kedilere ilgi duymasının nedeni çok bilinen bir kuş gözlemcisi olması. Ve zamanla gözlemlediği kuşların sayısında düşüş tespit etmesi. Kedi ve köpeklerden ayrı ayrı, bireysel olarak bahsettiğimizden söz ediyor; kuşlarıysa sürüyle anıyoruz ve tek bir kedinin yaralanması ya da ölümü dramatik bir hikayeye dönüşürken her yıl milyarlarca kuşun yok edilmesi ilgi çekmiyor.
Yapılan bir araştırmaya göre Amerika’da kuşların yıllık ölüm oranı 15 milyar civarında. Toplam kuş nüfusunun temelde 7 milyar olduğu tahmin ediliyor, ama çok çabuk ve fazla üredikleri için sayı hızlıca artıyor. Ölümlerle birlikte her yıl kuş nüfusunun üçte ikisi yok oluyor demek bu. 50 yıl önce temel kuş nüfusu 10 milyardı, yüzde 30 oranında geriledi.
Kuşların yüksek binaların camlarına çarpmaları ve zirai ilaçlara maruz kalmaları ölüm nedenleri arasında. Ama bir de kedi tehdidi var. Bir hesaba göre kediler her yıl bir ve dört milyar arasında kuşun ölümünden sorumlu. Franzen bu rakama şüpheyle yaklaştığını ama midesinde iki kuş bulunan bir kediyi görüp araştırdıktan sonra ikna olmaya başladığını aktarıyor: “Kediler gıdayı 24 saat ya da daha az bir sürede öğütüyor, dolayısıyla bir kedinin 11 günde bir kuş yediğini, kedi başına senede 33 kuş yendiği sonucuna varmak mümkün.” ABD’de 100 milyon kedi sokakta yaşıyor.
Kediden kaçmak ve korunmak isteyen kuş enerjisini savunmaya harcıyor, yavrularını ihmal ediyor. Dünya çapında, kedilerin sokulduğu ekosistemlerde “can dostlarımız” en azından 63 kuş, memeli ve sürüngen türünün soyunun tükenmesine neden oldu.
Hayvan hakları savunucuları doğanın dengesinin bazı hayvanların diğerlerini yok etmesi üzerine kurulu olduğunu söyleyecektir. Ama insanlar kedi nüfusunun artmasına katkıda bulunarak doğanın dengesine müdahale ettiler, doğanın kendi içinde sürdürebileceğinden çok daha fazla kedinin üremesine neden oldular.
Sokak kedilerini savunanlar bu hayvanların fareleri avladığını ön plana çıkaracaktır. Kedilerin fareleri avladığı doğru, ama sıçanlara hiç ama hiç bulaşmıyorlar. Kedilerden şikayetçi olan Los Angeles sakinlerinin aktardığına göre bahçede ağlayıp kavga eden kediler sincapları öldürüyor, hayvanları eklemleri kopartılmış ve iç organları dışarı fırlamış şekilde bırakıyorlar. Onları temizlemek bize düşüyor.
Franzen’ın derlediği belediyeye şikayetler arasında kedilerin çiçek saksılarını tuvalet olarak kullanmaları, evin içine girip bazı bölümlere işemeleri, eve bir parçası yenmiş kuş getirmeleri, bahçe mobilyalarına zarar vermeleri, kusmaları da yer alıyor.
Cihangir’deki herhangi bir apartman girişinden de anlaşılacağı gibi kedi sidiğinin kokusu asla gitmiyor, gitse bile kokunun hafızası kalıyor. Benim yıllardır anlamadığım Beyoğlu bölgesinde değerleri artan bu apartmanların sakinlerinin kedi sidiğiyle yaşamaya hiç itiraz etmemeleri. Tahminim, birçoğu bu konuyu gündeme dahi getirmekten korkuyor, tepki çekmekten kaçınıyorlar. Onlar da benim gibi yoğurt kaplı kadının şerrinden korkuyor, yoksa temel hijyene önem veren herhangi bir aklı başında insanın kedi sidiği kokan bir apartmanda yaşamaktan memnun olduğunu düşünemem.
Kedilerin evlere kusmaları ya da apartmana işemeleri sadece estetik kaygılar değil. Kontrol edilemez nüfusa ulaşan kediler insan sağlığına ciddi tehdit oluşturuyor. Yine Franzen’ın aktardığına göre kediler bit kaynaklı tifüs vakalarının Los Angeles’ta artmasının baş sorumluları; 2022’de tifüs ölümlerinden birinde kedi biti etkiliydi.
İnsanda zihinsel bulanıklık, kas güçsüzlüğü, solumum problemleri, görme değişikliği gibi ciddi semptomlara yol açan, hamile kadınlarda düşük ve doğum travmasına sebep olan toksoplazma kediler sayesinde üreyen bir parazitten doğuyor, kedi dışkısından yayılıyor. Toksoplazmaya maruz kalan kemirgenlerin beyin kimyası değişiyor ve yırtıcı hayvanlardan korkmamaya başlıyorlar. Bazı araştırmalar bu parazitle insanlardaki şizofreni gibi akıl hastalıkları arasında bağ kuruyor. Kuduz da genellikle köpeklerle özdeşleştirilen bir hastalık. Ama köpeklerden daha çok kediler yakalanıyor ve insanlara bulaştırıyor.
*
O yoğurt kabını kapının önüne çıkarmadan önce görünürde çok sevecen ve insancıl bir eylemin çok ciddi ve vahim sonuçları olabileceğini düşünmek gerekiyor. Ama kedileri besleyenlerin hemen hiçbiri bu konuda eğitilmeye açık değil, zaten niyetli de değiller.
Herhangi bir İstanbul apartmanının önünde yoğurt kabıyla kedileri besleyen kadın karakteri için sokak kedileri onun gerçek anlamda “çocukları.”
Bu karakterlerin hemen hiçbirinin evli, çocuklu, profesyonel hayatın bir parçası olmamaları tesadüf değil. Psikolojilerini tam olarak tahmin edemeyeceğim, ama insanlara olan nefretleri ya da hayattaki yenilmişliklerini kedilerini severek aştıklarına şüphe duymuyorum. Bir kısmı evlerine alıyor ve sahipleniyor, gerçekten kedilere iyi bir yaşam sağlıyorlar. Ama her kediyi doğal olarak eve alamıyorlar ve o zaman yoğurt kabında besleme yöntemi devreye giriyor. Kendilerince iyi bir şey yapıyorlar. Kedileri beslememelerini ya da hayvan sevgisi sandıklarının doğaya daha fazla zarar verdiğini söylemek, onları eğitmeye çalışmak çocuklarını ellerinden almakla tehdit etmeye eşdeğer.
Türkiye’de de ABD’de de hayvan kuruluşları ya da belediyelerin bütçelerinde böylesi bir eğitime ayrılacak kaynak yok. Dahası, sokak hayvanlarını beslememeyi telkin etmek, evcil hayvan sahip olmak isteyenlere onları evlerin sınırlarında tutmalarını, sokağa salmamalarını aktarmak politikacı açısından iyi bir görüntü değil. Zaten bu yüzden Türkiye’deki hemen her şehir belediyesinin web sitelerinde kedi ve köpeklerin nasıl beslendiği, nasıl bakıldığı, nasıl kısırlaştırıldığı böbürlenilerek anlatılıyor.
Jonathan Franzen sokak hayvanları ya da “toplum kedilerine” yönelik “sıfır ölüm” lafının içi boş bir slogan olduğunu yazıyor. Bunu kürtaj karşıtı muhafazakarların hangi şartta olursa olsun doğmamış her hayatı kurtarma çabasına ya da Amerikan liberallerinin içi boş “Sınırları açın,” veya “Polisin bütçesini alın,” gibi güya kolay çözüm önerilerine benzetiyor. “Sıfır ölüm” sıfır ölüm demek değildir, sokak hayvanlarını yaşatmak isteyenler imkansız bir idealizmin peşinden gidiyor.
Sokak kedileri ayrıca “can dostumuz” ya da “sevimli dostumuz” da değildir. Kartpostalda ya da televizyon ekranında bir şıklık gibi durabilir, bir pazarlama dehası olarak kullanılabilirler belki. Ama tıpkı başıboş sokak köpekleri gibi sahipsiz kediler hem doğa hem de insanlık için ciddi bir tehdit. Bunun çözümü gördüğümüz yerde her kediyi öldürmek değil. Ama her kapının önüne yoğurt kabında kedi maması bırakmak hiç değil.