Fasuli
Kılıç Ali Paşa Cad. No: 6 Tophane, İstanbul
Hamiş, ya da dergi künyesinde yazdığı adıyla Hami Çağdaş, tanımadığınız en renkli medya karakteriydi. İstanbul’da değil de New York’ta gazetecilik yapmış olsa hakkında mutlaka birden fazla belgesel çekilirdi. Zaman zaman maviye boyattığı sakalı statükonun tam merkezinde yer almasına rağmen kurumsallığa içeriden isyan edilebileceğini kanıtlıyordu. Belki kitleler tanımıyordu Hamiş’i ama medya dünyasında tanımayan yoktu. Onun da tanımadığı. Ben ne zaman tanıştığımızı hatırlamaya çalışıyorum, ama bir türlü aklıma gelmiyor. Sanki o hep varmış gibi geliyor bana. “Aaa Hamiş’i nasıl tanımazsın,” cümlesini defalarca duyduğumu, sonra aynısını benim de başkalarına söylediğimi biliyorum.
35 yıl boyunca Gösteri dergisini çıkaran Hamiş’i düzenli olarak mesaiye gittiği Hürriyet’in dışındaki hayatından, kaldırımlardan, meyhanelerden ve gece kulüplerinden daha iyi tanıyorum. Her dünyaya ait olabilen, hayatını kompartmanlara ayırmayı becerebilen kendine özgü bir kişilikti. Sanıldığından daha zordur bunu yapabilmek.
DOĞAN HIZLAN ARADIĞINDA
Bir zamanlar denirdi ki “Yayın Danışmanı” olarak Doğan Hızlan’ın Hürriyet’in künyesinde yer alması kurumun İstanbul entelijansiyası ve burjuvazisiyle kurduğu köprüyü simgeler. Belki de bu görevin getirdiği sorumluluktan dolayı Hızlan hiçbir zaman kendisine çizilen rolün dışına çıkmadı, papyonunu çıkarmadı. Onu, mesela, hiçbir zaman sabaha karşı Beyoğlu’nun arka sokaklarında bir gece kulübünde görmedik.
Aralarında adeta bir anne-kız ilişkisi olan Hamiş onun dışarıdaki gözü ve kulaklarıydı adeta. Her sabah düzenli olarak Hamiş’i arar ve ayrıntılı rapor isterdi. Hamiş de anne-babasından yaptıklarını gizlemek isteyen her yaramaz çocuk gibi sadece bir önceki gecenin bir kısmını özetlerdi. “Bilmem ne yayınevinin daveti vardı, işte ona gittim,” diye başlayan hikayenin devamı gelmedi. Halbuki kim bilir gece nerelere sürüklenmiş, hangi meyhaneden hangi yeraltı kulübüne uzanmış ve kandil kim bilir nerede söndürülmüştü.
Hamiş statükonun doldurmayı ihmal ettiği çatlaklardan sızarak hayatından hiç ödün vermeden yaşadı. Başkalarının yaşamadığını, başkaları için de yaşadı sanki. Bu işlerin çok daha zor, millet-ne-der diye bakıldığı yıllarda artık o ayın tadım mönüsünde kim varsa, koluna takıp Anadolu şehirlerini gezdi, bakanların, belediye başkanlarının sofrasında birlikte oturdular, gazetelere fotoğrafları bile basıldı. Bir gün bile kendi kimliğinden ve yaşam tarzından ödün vermedi. Bir anlamda yolu açtı, ama galiba hiçbirimiz onun kadar cesur olamadık.
Hamiş’i özel kılan sadece kendi kimliğini kahramanca yaşaması değildi. Her konuda bilgili olması, bir sofrayı renklendirmesi ve muhabbetine doyum olmamasıydı. Kırmızı çizgileri çok netti: yazın asla balık yemezdi; rakıyı mutlaka ehlikeyif denen çanakta sek içerdi, hatta bir keresinde onu bir Sabancı’nın evine yemeğe davet ettiğimde özel olarak alışveriş yapılmıştı; “Kahveye uğrasana,” dediğimde kahvesini içip kalkmış, davetin “kahve” için olduğunu vurgulamıştı.
Bir buçuk senedir onu hep hatırlıyorum, hep telefonun öbür ucunda olabileceğini düşünüyorum ama giden pek çokları gibi olmadığını biliyorum. Kendimce onu hatırlamak için küçük ritüeller düzenliyorum mesela. Geçenlerde Fasuli’ye gittim örneğin. Tıpkı bu yazı gibi o da gecikmiş bir ziyaretti.
Ne alaka?
Fasuli bir zamanlar Tophane olarak bilinen sonra Galataport’a dönüşen yerinde yıllardır hizmet veriyor. Ve yıllardır belki yüzlerce kez önünden geçmeme rağmen hep ihmal ediyorum. Ama bir yandan da hep aklımda. O yıllar içinde zincire de dönüştü.
Ben epey bir zaman önce Rize’ye gitmiş, kuru fasulye yiyip büyülenmiştim—hayır Hüsrev değil, adını hatırlamıyorum. O gün bugündür de bir benzerini arıyordum. Gerçi Rize’ye tekrar gittim, orada da bulamadım aynısını. Zaten yedi sene arayla gittiğimde eski Rize’yi de bulamadım, abartılı yapılaşmanın sonucu oluşan Ayder’deki doğa katliamını görünce de bir daha gitmemeye yemin ettim.
Hamiş bana “Hele bir Fasuli’de ye,” demişti. Mimikleri ve el hareketlerinden ve şimdi hatırlarken belki de benim eklediğim “Of of of,” diyen ses efektinden tavsiyesinin arkasında durduğu belliydi. Hamiş bilir, boşuna konuşmaz.
FABRİKA YEMEKHANESİ GİBİ
Fasuli’ye tencerelerle kuru fasulye geliyor. Demek ki üretim başka yerde, burası da adeta fabrika yemekhanesi gibi seri üretimle dönüyor. Talebi karşılayacak altyapı uygun olmadığı için başka bir yerde pişirip burada ikram etmek belki anlaşılabilir. Ama ben en büyük iddiası kuru fasulye olan bir yerin içeride üretim yapmasını isterim. Yemek bitiyor mu? O zaman ertesi güne kadar kapatılır.
Fasuli ayrıca sadece kuru fasulye de yapmıyor. Epey geniş seçenekleri var. O kadar geniş ki içinden seçme lezzetleri sipariş verdiğimde hem bazılarını ben unuttum, hem de mekanın adeta eski Yeşilçam filmlerinden fırlamış gibi duran kadın sorumlusu. Bu kadar geniş mönüye gerek var mı, en iyi bildiği tabağa yoğunlaşmak daha iyi fikir mi? Tartışılır. Ama birkaç adım ötede yıllardır sadece köfte yapıp akşama dükkanı kapatıp giden ilham alınası örnekler var.
Kuru fasulye fena değil, evde pişirdiğinizden daha iyi. Ama Hamiş’in zihnimde canlanan yüz ifadesinin yanına yaklaşacak kadar değil. Bir kere yeteri kadar sıcak değil: fabrikadan gelene kadar soğuyor tabii ki, ama sonra mikrodalgayla mı ısıtılıyor? Doğrusu önümdeki daha çok pilaki kıvamındaydı. Daha iyisini yedim.
İstediğim buram buram tereyağı kokan bir kuru fasulye. Fasulyelerin her birinin de şeker bombası olması, ağza atıldığında yayılması gerekiyor. Fasuli’nin şekeri kıvamında, tereyağı konusunda yeteri kadar tatmin olamadım ama. Yanındaki pilav da, eh işte, Türk pilavını tutturmak zor olsa da bunun da daha iyisini illaki yemişizdir. Misafirim nedense bulgur pilavı istedi, bayıla bayıla yedi.
Diğer tabaklar da akılda kalıcı değil. Mercimek çorbasında alınan lezzet ağırlıklı olarak su; malzemeden çalınmış. Çoban kavurma mekanın önerisi olarak denendi, ama ne görüntü ne de lezzet olarak tatmin ediciydi. Yaprak sarma masaya geldi mi gelmedi mi hatırlamıyorum, ama faturada yazdığına göre gelmiş olması gerek.
Hamiş bu sefer yanılttı. Ya da ben geç kaldım. Hamiş’in mavi sakalıyla çaktırmadan isyan ettiği medya plaza ortamları artık yok zaten. Bir zamanlar gidip hayran olduğum Ayder yaylası da yok. Az önce Rize’deki kuru fasulyeciye baktım haritadan, onu da bulamadım. Belki Fasuli de zamanında iyiydi, ama şimdi değil. Geçmiş sahiden de geri gelmiyormuş.
Ortam
Tophane’nin en güzel dükkanlarından biri konum olarak. İçerisi de geniş. En güzeli ne içeride ne dışarıda diye tabir edilebilecek o hibrit alanda, yani cam kenarı ya da kapı önünde, oturmak. Kalabalık olduğunda yabancılarla yan yana oturulma ihtimali var. Esnaf lokantası geleneğine de bu uygun zaten.
Servis
Yaşasa Atıf Yılmaz’ın uğruna film çekebileceği şube sorumlusu özel olarak ilgilendi. Siparişlerimizden bir tanesi kara lahanaydı, gelmedi ama. İsraf etmemek için ben de sonradan söylemedim.
Öne çıkan yemekler
Kuru fasulye belli bir standardın üstünde, başka bir şey denemeye gerek yok. Ama o bile daha iyi olabilir. Mutlaka daha iyi ısıtmalarını, yağların neredeyse donmuş bir şekilde masaya gelmesini istemediğinizi söyleyin.
Fiyat
Son derece makul ve sanırım bu fiyatları tutturmak için kaliteden ödün veriliyor. Pilav, cacık, mercimek çorbası 88; kuru fasulye 188; çoban kavurma 348; yaprak sarma 138 TL. Neden hepsinin sonu sekizle bitiyor, bilmiyorum.
Açık
8:00-23:00 arası her gün açık. Fabrika gibi, demiştim.
Rezervasyon
Gerek yok. Zaten aldıklarını da zannetmiyorum. Rezervasyon alan esnaf lokantası oksimorondur.
Yıldız tablosu
Yıldızsız
Yıldızlar sıfırdan dörde kadar. New York Times’dan esinlenilen değerlendirmeye göre sıfır kötü, vasat ya da tatminkar. Bir yıldız iyi, iki yıldız çok iyi, üç yıldız muhteşem, dört yıldız ise olağanüstü.