İnsanoğlunun kendi varlığına ilişkin anlam arayışına cevap öneren en temel kavram olarak din, varoluş nedenine, amacına, sosyal ve doğal çevre ile metafizik aleme dair kişiye inanış ve davranış biçimi sunan kurumsal yapıdır.
İnsan zihni varoluşundan itibaren kendisi hakkında sayısız sorgulamalarda bulunmuştur. Bunlar, insanın nereden gelip nereye gittiği, bu dünyadaki varlığının anlamı, ölüm ve sonrasına dair bilinmezlikler, gücü, kudreti, iradesi ve bilgisini aşan fenomenlerin mahiyeti ve kainatın işleyişine ilişkin derin merakı içermektedir. Din, insanoğlunun bu sorgulamalarına yani kendisi ve içinde yaşadığı evren hakkındaki anlam arayışına ilişkin en ayrıntılı izahları sunan bir kaynağı ifade etmektedir. Dinin sunduğu izah, insanı kendisinin üstünde yüce, manevi ve kutsal bir egemen varlık ile yüzleştirmiştir. Kişinin kavramaya çalıştığı hayatın anlamı, bu egemen varlığa yönelik inanç ve uygulamalar sistemi olan din ile keşfedilmeye çalışılmıştır. Bu nedenle din, insanoğlunun zihinsel dünyasının temel bir unsuru olarak insanın varoluşundan itibaren onunla birlikte var olmuş bir kavramı ifade etmektedir.
İnsanın kökenini kaydeden kutsal kitaplarda, insanoğlunun yüce bir yaratıcı tarafından var edildiği, bu dünyadaki yaşamını düzenleyen kurallar ihdas edildiği ve ölümünden sonra da yeni bir hayatın yaşanacağı anlatılmaktadır. İnsanlık ve kainat düzleminin üzerinde yer alan, evreni çekip çeviren üstün bir güç ve otoriter bir varlığın kabulü dinlerin en temel telkinidir. Yüce ve kutsal bir üst merciin varlığı tasavvuru kadim milletlerin mitolojik anlatılarında da görülmektedir. Bu söylencelerde evrenin ve insanın yaratılışı, tarımsal ürünlerin yetişmesi, toplumsal düzenin sağlanması ve öldükten sonra gidilecek olan metafizik bir alemin varlığı açısından kutsal bir alan tasavvuru söz konusudur. Nitekim mitolojik anlatılara bağlı toplumlar kendi güçlerinin dışında kalan alemi kutsal bir varlık ile ilişkilendirmişlerdir. Bu tasavvura göre tanrı ya da tanrıların varlığına inanılarak bu tanrısal unsurlar ile insanlar arasında inanç ve ritüel ilişkisi tanımlanmıştır. Böylece kutsal kitap bağlısı ya da mitolojik söylenceye inanmış olsun tarih boyunca insanlık üstün bir güç, kudret ve otorite olarak yüce bir yaratıcı ve egemen varlık tasavvuruna sahip olmuştur.
Din kavramı, üstün ve yüce bir gücün yanı sıra vahiy/ilham, peygamber/kurucu, kutsal metin, ibadet/ritüel formları ve cemaat unsurlarını içermektedir. Esasen bütün dinlerin bu unsurların hepsini içerdiği söylenemez. Tanrı tasavvuru bulunmayan ya da peygamber veya kurucusu olmayan dinler de mevcuttur. Söz gelimi tek tanrılı dinlerin yanında düalist bir uluhiyet inancına sahip dinler, politeist dinler hatta tanrı tasavvuruna sahip olmayan dinler dahi söz konusudur. Aynı zamanda bir peygamber ya da kurucunun öncülüğünde kurulan dinler olduğu gibi kurucusu bilinmeyen ya da anonim olarak varlık bulmuş dinler de söz konusudur. Dinlerin farklılaşan bu yönlerine rağmen inanç esasları, ibadet formları ve cemaat unsurlarının bütün dinlerin ortak noktasını ifade ettiğini söylemek mümkündür. Dolayısıyla din kavramı (a) insanın inanca dayalı bilincini, (b) bu bilinçle sergilenen tutum ve davranışlarını ve (c) kişinin toplumsal ilişkilerinin mahiyetini bir ölçüte göre düzenleyen bir yapı olarak tanımlanabilir.
İnsanlık tarihi boyunca ortaya çıkan inanç geleneklerinin öteden beri müstakil bir kavram altında "din" olarak tanımlandığı söylenemez. Çünkü kadim çağlardan itibaren dini inanç ve tutumlar ekonomiden medeni hukuka kadar gündelik yaşamın bütün boyutlarını içermiş, yaşam her yönüyle bu manevi tasavvurun sınırları içinde düşünülmüştür. Metafizik unsurlara inanarak ve bu inanca göre tutum ve davranış geliştirmek suretiyle gündelik işlerin bütününü kuşatan din, esasen yaşamın kendisini ifade etmiştir. Nitekim mitolojik anlatılarda da müstakil bir "din" kavramına rastlanmaz. Çünkü kadim toplumların gündelik yaşamı bütünüyle dini düşünce dairesi içinde geçmiştir. Ancak günümüz sosyal bilimler perspektifinden bakıldığında bir süredir dinin tanımına ilişkin önemli bir tartışma yaşanmaktadır. Bu tartışmanın tarafı olan çevrelerde, üzerinde mutabık olunan bir din tanımının imkansız olduğu yaygın bir kanaattir. Esasen bu doğru bir tespittir; çünkü din hakkında yapılan her tanım, tanımı yapanın kendine has din tasavvuruna göre şekillenmektedir. Klasik çağlarda din, yaşamın kendisi olduğu için müstakil bir din tanımına gerek duyulmazken, modern çağa evrildiğinde, etkisi günümüze kadar ulaşacak şekilde dinin mahiyetine ilişkin bir kavramsal tanım sorunu başlamıştır.
Dinin bir kavram olarak tanımlanmasına ilişkin ilk girişimler modern çağın eşiğini ifade eden Aydınlanma dönemiyle başlamıştır. Dini inanç ve mitolojik söylencelere eleştirel bir yaklaşım sergileyen pozitivist düşünürler, insan aklının bağımsızlık ve üstünlüğünü merkeze alarak insanın kendinden üstün kutsal bir yaratıcı inancına sahip olmasını yadırgamışlardır. Bu bağlamda dinin esasen insan tasavvurunun bir ürünü olduğu düşünülerek dinin kaynağı insanın zihinsel gelişimine atfedilmiştir. Bu anlayışa göre dinin dışarıdan vahiy ya da ilahi telkinlere değil insanın ruhsal ve toplumsal ihtiyaçlarına bağlı olarak ve insan zihninin ürünü olarak geliştiği düşünülmüştür. Özellikle pozitivist ideologlara göre insanlık zihinsel gelişim sürecinin erken ya da "ilkel" evresinde çok tanrılı teolojik bir tasavvura sahip olmuş, ardından da tek tanrılı dinler formunda metafizik bir tasavvur geliştirmiştir. Nihayet zamanla gelişen insan zihni akli melekeleri ile her iki evreyi de geride bırakarak pozitivist bir düşünce olgunluğuna erişmiş olacaktır. Böylece modern çağın başında pozitivist ideoloji, dini insan zihninin bir ürünü olarak tanımlamıştır.
Pozitivist paradigmanın din kavramına yönelik bu indirgemeci yaklaşımı mitolojik ve arkeolojik veriler neticesinde günümüzde önemli ölçüde zaafa uğramıştır. Nitekim son dönemlerde kadim toplumların mitolojik yazıtları ile mabet ya da dini ritüel formlarını ortaya çıkaran arkeolojik veriler, pozitivist düşüncenin "taş devri" olarak nitelediği çağlarda bile üstün bir güç, kutsal figür, yaratıcı ve mutlak egemen gibi unsurlara inancın yaygın olduğunu ortaya koymuştur. Böylece kutsal kitapların anlattığı şekliyle insanlığın en erken döneminden itibaren bir din kurumunun varlığı bütün düşünce çevrelerinde genel bir kanaat haline gelmiştir.
Din kavramına yönelik pozitivist perspektif yerini fenomenolojik yaklaşıma bıraktığında din tanımının tasnife dayalı bir değerlendirmeye evrildiği görülmüştür. Buna göre din teolojik, antropolojik ve sosyolojik yönlerden hareketle ya da tarihsel süreç, coğrafi dağılım hatta tanrı inancı gibi dinin sadece bir yönü öne çıkarılarak tanımlanmaya başlanmıştır. Bu çerçevede dinin tanrı ya da kutsal tasavvuru teolojinin, insan bilinci ve duyguları üzerindeki etkisi psikolojinin, toplumsal etkisi ise sosyolojinin konusu haline getirilmiştir. Din kavramına yönelik bu parçalı tanımlama, dinlerin tümünün bilimsel bir disiplinin ölçütlerine tabi tutularak aynı ortak paydalarda tanımlanması sorununu doğurmuştur. Halbuki her dinin öğreti ve pratiğe yönelik telkinleri kendine has olmakla her din özel tanımını kendi içinde barındırmış olmalıdır.
Din kavramının bu tür parçalı tanımının daha çok Batılı düşünce anlayışının bir ürünü olması da önemlidir. Kilise ile devlet arasındaki ayrım tecrübesine bağlı olarak din, gelende toplumsal yaşamın sadece bir boyutuna hitap eden bir fenomen olarak görülmüştür. Bu anlayışa göre "kutsal ve kutsal olmayan (profan)" ayrımı yapılarak dinin, toplumsal yaşamın ekonomik, politik ve hukuk gibi farklı kompartımanlarından sadece birisi olarak tanımlanması yoluna gidilmiştir. Böylece seküler perspektife dayalı bir din tanımı ortaya çıkmıştır. Bu seküler tanıma göre kutsal ve manevi alan olarak din alanı dünyevi olanın dışında ve sübjektif bir tecrübe alanına dönüştürülmüştür.
Din kavramına ilişkin bu seküler tanımın aksine dinin inanılan üstün güç ve kutsal fikri doğrultusunda dünyevi yaşamı kuşatan bir anlamı söz konusudur. Nitekim Hinduizm kendisini "ezeli ve ebedi din, yasa ve kural" anlamına gelen "Sanatana Dharma" olarak isimlendirmiştir. Yahudi dinini ifade eden "Tora" kelimesi "hukuk, öğreti, yönerge ve talimat" anlamına gelmektedir. Batı dillerinde "din" karşılığına gelen "religion" kelimesi "bir düşünce ya da okuma işini tekrar tekrar yapma" anlamına gelen relegere kelimesine dayanmaktadır. Bu tanım Antik Yunan dini geleneğinde sergilenen ritüellerin sırasını ve kuralını şaşırmamak için gösterilen gayret ile kurallara uyulmadığında tekrar ritüelin başına dönmeyi ifade etmiş olmalıdır. Diğer dilcilere göre ise "religion" kelimesi "sıkıca bağlanmak" anlamına gelen religare kelimesine dayanmakta; kavramsal olarak ise Tanrı ile insanlar arasındaki bağı ifade etmektedir. Bu örneklerde görüldüğü üzere "din" farklı dinlerde yaygın olarak dünyevi tutum ve davranışları yöneten üst bir merciinin varlığını ifade etmektedir.
İslam perspektifinden bakıldığında Kur'an'da geçen "ed-din" kelimesi din ve lügat bilginleri tarafından genel olarak "örf, adet, kanun, ceza, mükafat, ibadet, itaat ve yol-mezhep" gibi anlamlarla nitelenmiştir. Buna göre İslam açısından din yüce yaratıcıya iman, ona yönelik ibadet ve itaat ile salih amelin sergilendiği toplumsal bir yaşamı ifade etmektedir. Nihayetinde bu dünyadaki inanç, ibadet ve ahlak çerçevesindeki yaşamın öldükten sonra karşılığının görüleceği bir hesap günü söz konusudur. Bu inanç örgüsü esasen aynı zamanda bir dünya görüşünü ifade etmektedir. Dolayısıyla Kur'an'da "İslam" olarak adlandırılan din, ekonomiden hukuka kadar yaşamın bütün boyutlarını içeren ve güçlü bir öte dünya tasavvuru oluşturan telkinleri içermektedir. Bu yönüyle İslam, gündelik yaşamda dini ve dünyevi ayrımına imkan vermeyen bir söyleme sahiptir. Esasen İslam inancının en temel kavramı olan "tevhit", Allah'ın birliğine işaret etmenin yanında onun "Alemlerin Rabbi" olarak hem bu dünyanın hem de "din gününün sahibi" olarak ahiretin yegane otoritesi olduğunu ifade eder.
İnsanlık tarihi boyunca yeryüzünde varlık bulmuş bütün din ve inanç geleneklerini aynı ölçütlere göre tanımlamak elbette mümkün değildir. Ancak din kavramına ilişkin tanım çabalarının, güncel ideolojik düşünce ve sosyal bilim metotlarından bağımsız olduğu düşünülemez. Bu nedenle her dinin kendi mensuplarının tanımı ile dışarıdan gözleme dayalı tanımları arasında önemli farklılıkların olması doğaldır. Bu nedenle dinin yüce varlık tasavvuru, ibadet ve davranış modları ile ahlak öğretilerinden ve cemaat yapılanmasından oluşan bir inanç sistemi gibi genel tanımının yanı sıra her dinsel gelenek müstakil olarak tanımlanma potansiyeline sahiptir.
YAZAR
Hakan Olgun