Birden çok kişinin oluşturduğu çoğunluk, bütünlük ya da ortak çıkar etrafında toplanmış insan topluluğudur. Halk kavramı tarihsel süreçteki anlam değişiklikleri, diğer yandan sosyoloji, siyaset bilimi ve hukuk alanlarının temel kavramlarından biri olması, sözcüğün anlamı ve esasa ilişkin yönlerini net bir şekilde ortaya koymayı zorlaştırmaktadır. O nedenle, halk kavramını tanımlamak, kavramın modern öncesi ya da modernizm içerisindeki tarihsel ve siyasal izleri sürülerek yapılabilir.
Sözcüğün Modern batı dillerindeki serencamı tam olarak bilinmemekle beraber, Etrüsk dilinden Latince'ye geçen ve "ulus, vatandaşların tümü, kalabalıklar" anlamlarına gelen "populus" sözcüğü ile başlamaktadır. Türkçe'ye Arapçadan geçmiştir ve Arapçada, "herhangi bir insan topluluğu, ahali" anlamındadır. Türkçe'de ilk olarak, Yüknekli Edip Ahmet tarafından yazılmış bir öğüt ve ahlak kitabı olan Atabetü'l Hakayık'ta rastlanır. Anlama dair zorluk, halk sözcüğünün toplum bilimlere ait bir kavram haline dönüşmesiyle ortaya çıkmaktadır. Kavram olarak halk, her şeyden önce tarihsel ve kültürel bir genelleme ve soyutlamadır. Antik Yunan ve Roma geleneği üzerine yükselen modern, Batı siyasal kültüründe halk, kullanıcının bakış açısına bağlı olarak, demokrasi düşmanı, kontrol edilemez şımarık kitle anlamına da gelebilir, hatiplerin ve siyasilerin dilinden düşüremediği, söylemsel erdemliler birliği anlamında egemenliğin kaynağı olarak da görülebilir.
18. ve 19. yüzyılların ana siyasal kuramlarında halk, egemenin ögeleri ile birlikte ele alınıyordu. Yaklaşımlardan ilki, egemen ile halk arasındaki ilişkinin toplum sözleşmesi temelinde belirleneceğini ileri sürüyordu. Buna karşın Rousseau, bu ikisinin birleştirilmesi gerektiğini savunuyordu. Rousseau'nun siyasal kuramı, kişiyi en nihayetinde ya kozmopolitan değerleri benimseme ya da vatansever olma tercihiyle baş başa bırakır. En çok bilinen iki eseri, Toplum Sözleşmesi ve Emil'de Rousseau, bu iki alternatif olguyu tartışır.
Rousseau'nun siyasal kavramlaştırmasında halk kavramındaki içkin gerilim, kozmopolitan değerler ile vatanseverlik arasındaki farktan beslenir. Genel iradenin oluşumunu mümkün kılan, özneler arasılık ve bireyin devlete olan sadakatidir. Bir yandan, siyasal toplum bölüşüm odaklı bir bütünlük gibi görünürken bir yandan da kollektif bir bütünlük kimliğine sahiptir. Genelleştirildiğinde, özneler arasılık sayesinde halk, bir yandan toplumsal bir kavram olarak biçimlenirken bir yandan da ahlaki bir kavram kimliği kazanır. Öte yandan vatanseverlikte esas olan, millete sadakattir.
Rousseau, modern toplumun en önemli siyasi sorunu olan güvenlik-özgürlük dengesi ile siyasal bir kavram olarak halk sözcüğünün iç tutarlılığını sağlamanın, kozmopolit değerlerle vatanseverlik arasındaki karşıtlığı bir şekilde çözüme kavuşturmakla mümkün olabileceğinin farkındadır.
Kant ise devlet ile halk arasında hukuk aracılığı üzerinden bir ilişkinin kurulabileceğini öngörmekteydi. Kant'a göre, halkın içinde varlığını halihazırda sürdüren yasalar ve kurallar manzumesi, kamusal akılda tezahür etmekte ve günlük hayatı düzenleyici bir işleve kavuşmaktadır.
Hegel ve Marx'ın yaklaşımları ise bu görüşten kopuşu temsil eder. Hegel'de devlet, evrensel bir içerikte ahlaki ide, mutlak doğru ve nihai amacın gerçekleşmesi olarak anlam kazanır. Buna karşın halk, monarkın evrensel anlamda yeniden doğuşudur. Marx'ın düşünce sistematiğinde ise kavramsallaştırma, halk yerine yeni bir sözcük, emekçi sınıf nitelemesi ile anlam kazanır. Buna göre, toplumsal sınıf kimliği ile emekçiler, sınıf mücadelesi yoluyla halkın aydınlanmasını mümkün kılacaktır. Gerçekten de halk, kadim zamanlardan bugüne, yönetim biçimi olarak demokrasiye temel oluşturan bir söylemsel inşadır. Yaygın kabule göre demokrasi, halkı yönetimin ilkesi olarak öne çıkaran yönetim tarzıdır. Eşitlik ilkesi her bir kişinin, yönetime katılmak açısından eşitlenmesi demek olduğundan, halk yönetimi, daima tek bir kişinin ya da belirli bir azınlığın yönetimine karşı herkesin ya da çoğunluğun yönetimi anlamına gelmiştir. Demokratik bir siyasal rejimde, devletin her türlü tasarrufunun meşruiyet kaynağı, bir şekilde halka dayanmalıdır. Diğer bir deyişle demokrasiyi son iki yüz yıldır bu kadar çekici kılan husus, hiç olmazsa retorik olarak, halk egemenliği fikrini merkeze almasıdır.
Herhangi bir devlet ya da hükûmet biçiminin, rejim veya toplumsal düzenin, "gerçek" anlamda demokratik olarak nitelendirilebilmesi için, ne kadar olanaksız görünürse görünsün, söz konusu hükûmet, devlet ya da rejim, şu ya da bu şekilde halka hizmet etmek veya onu temsil etmek durumundadır. Halkın gerçek iradesi, seçimler gibi resmi ve kurumsal bir yolla temsil edilmese dahi, siyasal güç, halkın desteğine sahip olduğunu göstermek durumundadır.
Halk kavramının çerçevesinin net bir şekilde çizilmesi gerekir. Lakin, modern ulus devletlerde toplum yapısı çeşitlilik gösterir. Geçmişten devralınan etnik, dinsel çeşitliliğe ek olarak, modern toplumlarda, sınıfsal ve ideolojik farklılıklar ortaya çıkmış, son yıllarda artan küresel göç olgusu ile bu çeşitlilik daha da artmıştır. Bu durum, şüphesiz, halkın kendi siyasal düzenlerini kurma hakkı üzerine temellenen, anayasal demokrasiler açısından ciddi bir meydan okuma olarak tezahür ederken, halk da anayasa hukukunun temel kavramlardan biri haline geliyor. 19. yüzyıl Avusturya'lı ünlü kamu hukukçusu Georg Jellinek'in yaygın kabul gören tanımına göre halk, devleti oluşturan üç unsurdan biridir. Öyle ki, siyasal bir topluluğun devlet vasfına sahip olması için halk denildiğinde ne anlaşılması gerektiği açıkça belirtilmelidir.
Bu olgu bizi, kurucu metin olarak anayasaların, kurucu entite olarak halka dayanması gerçeğine ulaştırır. Bunun en çarpıcı örneğini, Amerika Birleşik Devletleri Anayasası'nın başlangıç kısmında görebiliriz. Açılışta "Biz halk ⦠bu anayasayı oluşturduk" ifadesiyle ABD'de kurucu babalar, tüm dünyaya şu mesajı gönderiyorlardı: Bir ülkede, halkın bizatihi kendisi sadece kamusal hayatı düzenlemek adına, bir anayasa oluşturarak, hakları ve sorumlulukları belirlemekle kalmaz, yüce bir yetki olarak devletini de kurabilir.
Benzer yaklaşımı Avrupa anayasal demokrasilerinde de görebiliriz. Alman Anayasası olarak kabul edilen Federal Almanya Cumhuriyeti Temel Yasası'nın ilk sözcüğü biz, "Alman halkı â¦kurucu güç olma hüviyetiyle bu temel yasayı benimsedik" şeklindedir. Fransız Anayasası, "Fransız halkı ilan eder ki" ifadesiyle başlayan bir bildirgedir. İspanyollar anayasalarını, "İspanyol Ulusu â¦irade beyanı" olarak görürler.
Halk sözcüğünün Osmanlı-Türk modernleşmesindeki kavramlaşması, sıradan, yönetilen çoğunluk (avam) ve nitelikli yöneten azınlık (havvas) ayrımında şekillenir. 19. yüzyıl Osmanlı devlet adamı Sadık Rıfat Paşa'nın Vezir-i Azam'a tavsiyeleri, o dönem Osmanlı yönetici sınıfı açısından halkın, siyasi olarak ne ifade ettiğini gayet net açıklamaktadır. Paşa, hükûmeti, efkarı umumiyenin bu inkar edilemez ve bir o kadar da öngörülemez, yıkıcı gücüne karşı uyarmaktadır. Halk, yöneticilerden memnuniyetsizliğini, yönetime karşı öfkesini taşkınlıklar yaparak dile getirir. Osmanlı devlet adamı için bu anlar, halkın siyasal bir entite kimliği kazanması anlamı taşır.
İttihat Terakki Partisi döneminde halkın temel karakteristiği olan bitene karşı duyarsız tavrıdır. Aslında parti yöneticileri için bu durum gerçekte yadırganmaktan ziyade kabul görmektedir. Halk kitlelerine düşen, sağduyulu bir tavır takınıp, aydınlanmış seçkinlerin rehberliğini kabul etmektir. Çünkü değişimin dinamiği, halk kitlelerinin içinde değil, aydınların maneviyatında yatmaktadır.
Halk, ilk defa 1921 Anayasası "Hakimiyet bila kayd ü şart milletindir" ifadesi ile kurucu entite kimliği kazanmıştır. İfade biçimi zamanla değişiklikler gösterse de halk egemenliği ilkesi Türk anayasa geleneğinin değişmeyen unsuru olarak kalmıştır. Ancak Batı anayasal demokrasilerinin anayasalarından farklı olarak Türk anayasa geleneğinde halk, kurucu özne olarak kendisini yine kendi ağzından beyan etmez. Diğer bir deyişle, Türkiye Büyük Millet Meclisi, halk iradesinin temsil makamı değil, somutlaşmış halidir.
YAZAR
Hikmet Kırık