Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Tubitak Ansiklopedi Osmanlı Eğitim Hayatı Nedir?

        Osmanlı Devleti'nin altı asırlık tarihi boyunca ve üç kıtaya yayılan coğrafyasında aktif bir eğitim hayatı bulunmaktaydı. Devletin kuruluşundan başlayan eğitim faaliyetleri klasik ve modern olmak üzere iki ana dönemde mütalaa edilir. Klasik dönemde eğitimin temel kurumu medreseler, Osmanlı öncesi yerleşik geleneklere uygun olarak faaliyetlerini sürdürmüş ve özellikle yeni fethedilen topraklarda yoğun olarak inşa edilerek devletin sona ermesine kadar geçen sürede aktif olarak eğitim faaliyetlerine devam etmişlerdir.

        Osmanlıların Avrupa devletlerine karşı askeri yenilgilere uğramaları neticesinde ordunun modernleştirilmesi zarureti içinde askeri teknik eğitim, eski usul ocak içi halden (usta-çırak) Avrupa'da olduğu gibi muntazam dershane veya okullar düzenine dönüştürülmüş ve Batı menşeli ders kitapları okutulmaya başlanmıştır. Tanzimat'ın (1839) ilanı ve merkezi idarenin planlaması ve eğitim faaliyetlerinin yeni bir düzene göre uygulaması ile Osmanlı eğitim hayatı bir bütün olarak Fransız eğitim sistemine uygun hale getirilmiştir. İlk, orta ve yüksek erkek ve kız mektepleri üç kıtadaki vilayetlerde kurulmuştur. Bu eğitim kurumlarının önemli bir kısmı geçirdikleri dönüşümle günümüze kadar eğitim faaliyetlerini sürdüregelmiştir.

        Klasik Dönemde Osmanlılarda din, kültür ve bilim faaliyetlerinin kaynağını oluşturan ve aynı zamanda devlet ve toplumun eğitimli insan gücü ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde teşkilatlanmış olan kurumlar medreselerdir. Medreseler, Osmanlı öncesi yerleşen akademik gelenekler çerçevesinde vakıf kurumu olarak devam etmiş, Osmanlı döneminde teşkilat yapısı ve akli ilimlerin eğitimi bakımından birtakım değişikliklere uğramıştır. İlk dönemde medrese kurma faaliyetlerinin ortaya çıkan en belirgin yönü, fetih ve iskan politikaları ile paralel şekilde yürütülmesidir. Anadolu ve Rumeli'de Bizans imparatorluğuna ait toprakların fethedilmesi ve Türkler ile iskan edilmesiyle başlayan imar ve şehirleşme sürecinde medreselerin önemli bir yeri olmuştur. Devletin kuruluşundan İstanbul'un fethine kadar geçen 150 yıllık süre içinde Anadolu'da 53 (ilki 1331'de İznik'te), Rumeli'de 29, Kudüs'te 2 olmak üzere 84 medrese kurulmuştur. Camilerin yanında medrese inşa edilmesi Osmanlı eğitim politikasının ayrılmaz bir unsuru idi. Kurulan medreselerin esas hedefi, dindar ve bilgili insanları yetiştirmek ve yeni teşekkül eden yerleşim merkezlerindeki toplumların eğitim ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bununla birlikte medreseler yeni nesillerin üst İslam kültürü ile aşılanmasını sağladığı gibi fertlerin de toplumda ve devlet hiyerarşisinde yükselmelerini, böylece sosyal hayatta ve resmi makamlarda mobiliteyi temin eden kurumlar olmuşlardır.

        Osmanlı tarihi boyunca medrese eğitimi Anadolu ve Rumeli'de yaşayan Müslümanlar arasında din anlayışı ve kültürel birliği sağlamıştır. Müderrislerin umumiyetle Türk olması ve medrese mezunlarının önemli bir kısmının resmi dili Türkçe olan devlet hizmetinde görev almaları, Türkçenin Rumeli Müslümanları arasında öğrenilmesini, Türk olmayanlar arasında yaygınlaşmasını sağlamıştır.

        Medreselerde eğitim genellikle vakıfların sağladığı mali kaynaklar ve vakfiyelerin çizdiği genel eğitim çerçevesine dayalı olarak yürütülmüştür. Fatih ile Kanuni'nin kurdukları medreselerin vakfiyelerinde daha öncekilerden farklı olarak nakli (Arapça ve dini) ilimlerin yanında akli bilimlerin okutulması da sağlanmıştır. Medreselerden yetişenler; din, ilim ve eğitim hizmetlerinde görev aldıkları gibi bürokraside ve yargıda ihtiyaç duyulan idari ve adli personel olarak da istihdam edilirdi. Bu dönemin matematik, astronomi ve tıp gibi akli bilimler ile uğraşan bilim adamları da bu medreselerden yetişmişlerdir. Osmanlı toplumunun dini, ilmi ve kültürel faaliyetlerde bulunan, yani ilmiyeye mensup olan, sosyal ve resmi hayatın her yönünde önemli rol oynayan ulema, medreselerden yetişiyordu. Bu medreselerde yetişen alimler müderrislik, müftülük, kadılık, kazasker ve şeyhülislamlık vazifelerinde, diğer bürokratik görevlerde bulunuyorlardı. Ulemanın iki yönlü vazifeleri vardı: İslam hukukunun (şeriatın) yorumlanması ve uygulanması. Müftüler bu görevlerden birincisini, kadılar ise ikincisini yerine getiriyorlardı. İlmiye mensupları, İslam hukukunu ve Sultani kanunları devlet işlerinde uyguluyorlardı. Osmanlı öncesi ve Osmanlı dönemi matematikçi, astronom ve tabipleri hep bu kurumun mensupları arasından çıkmışlardır.

        Medreselerde akli ilimlerin eğitimi meselesinde Osmanlı öncesinde Anadolu medreselerinde gelişen seçici müsbet tavır Osmanlı döneminde giderek kapsayıcı bir hal almıştır. Bu dönüşüm Fatih ve Kanuni dönemlerinde olmuştur.

        İstanbul'un fethinden sonra II. Mehmet (Fatih) (1451-1481), daha sonraları Fatih Külliyesi adı ile şöhret bulacak külliyeyi inşa ettirmiştir (1463-1470). Külliyenin ortasında bir cami ve bu cami etrafında Sahn-ı Seman medreseleri, darüşşifa, mektep, imaret ve diğer binalar vardı. Fatih Külliyesi, daha sonraki dönemlerde sultanlar ve devlet erkanı tarafından yaptırılan benzer eserlere örnek teşkil etmiştir. Fatih Külliyesi'nin iki eğitim seviyeli dört paralel sıradan oluşan 16 medresesinin sayı, organizasyon, eğitim düzeni ve mimari yapı bakımından Osmanlı ve genel olarak İslam eğitim tarihinde benzersiz bir yeri bulunmaktadır. Fatih devrinden itibaren medreselerin sayısının artması üzerine, medreseler belirli bir akademik ve idari hiyerarşiye tabi tutulmuştur.

        Kanuni Sultan Süleyman'ın (1520-1566) Süleymaniye Medreseleri'ni kurmasıyla, medreselerin gelişmesinde son safhaya ulaşılmıştır. Bu dönemde Süleymaniye Külliyesi bünyesinde "Darüttıp" adıyla tıp eğitimine mahsus bir ihtisas medresesi kurulmuştur. Böylece Osmanlı tarihinde ilk defa, şifahanelerin dışında tıp eğitimi veren bağımsız bir müessese kurulmuş oluyordu. Osmanlıların kurduğu diğer ihtisas medreseleri "Darülhadis" ve "Darülkurra" idi. Darülhadis, bütün medrese hiyerarşisinde en yüksek mertebeye sahipti.

        Osmanlı medreselerinde riyazi ve tabii bilimlerin okutulması bu medreselerin XX. yüzyıl medrese tarihçiliğinde iddia edildiği gibi, "fen" veya "mühendislik" medreseleri şeklinde anlaşılması yanlıştır. Klasik dönemde akli ve nakli bilimlerin bir bütün olarak tahsil edildiği medreseler arasında tek istisna eğitiminin tabii bilimlerden tıp alanında ihtisaslaştığı ve bağımsız bir kurumda yürütüldüğü Süleymaniye Tıp Medresesidir. Medreseler etrafında oluşan ilmi faaliyetler yanında, gerek sağlık ve tıp eğitimini sağlayan darüşşifalar ve Süleymaniye Tıp Medresesi ve gerekse muvakkithaneler gibi kurumlar ile hekimbaşılık ve müneccimbaşılık gibi resmi saray teşkilatları çevresinde aktif ve dinamik bir ilim ortamı oluştuğunu söylemek gerekir. Klasik dönemde ortaya konan birçok eser, medreselerin yanı sıra bu kurumların bünyesinde hazırlanmıştır. Medrese eğitimi asırlar boyunca aynı geleneklere bağlı kalarak köklü değişime maruz kalmadan devam etmiştir. Ancak 1914'de Islah-ı Medaris Nizamnamesi ile eğitim muhtevası köklü bir değişikliğe uğramış ve klasik dini ilimlerin yanı sıra modern bilime ait dersler, Arapça ve Farsça yanı sıra Batı dillerinin okutulması, medreselerin hiyerarşisinin yeniden kurulması gibi hususlar düzenlenmiştir. Islah-ı Medaris Nizamnamesi meyvelerini tam olarak vermeden 1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat kanunu ile medreseler tamamen lağvedilmiştir.

        Enderun Mektebi, İmparatorluğun idari ve üst seviyede askeri teşkilatını yürütecek seçkin insan gücünün yetiştirildiği saray teşkilatı içerisinde yer alan bir eğitim kurumudur. Medreselerde okutulan nakli ve akli ilimlerden Kur'an-ı Kerim, Arapça, Farsça, belagat, hadis, kelam, felsefe, matematik, tarih ve coğrafya gibi dersleri yanı sıra siyasi ve idari konularda görülen uygulamalı eğitimin önemli bir yeri bulunmaktaydı. Enderun mektebi, bu düzeniyle imparatorluğun sonuna kadar görev alan idari kadroların büyük bir kısmını yetiştirmiştir.

        Mesleki ve teknik eğitim ise klasik dönemde askeri ve sivil teknik eleman ihtiyacını karşılayacak insan gücünün yetiştirilmesi, sivil ve askeri meslek zümrelerinin içinde usta-çırak geleneğine bağlı olarak sürdürülmüştür. Yenileşme döneminde ise görüleceği gibi, Avrupa'dan mülhem yeni müesseselerin kurulmasıyla farklı bir mecraya dönüşmüştür. Tophane'de ise usta-çırak usulüyle topçular ve top dökücüler yetiştirilir, imtihana tabi tutularak imparatorluğun değişik yerlerindeki dökümhanelere ve kalelere gönderilirlerdi. Tersane ile Humbaracı Ocağı'nda da bu türden meslek içi eğitimin sürdüğü muhakkaktır. Bu ocaklara eğitilmek üzere alınan adaylar arasında gemi ve silah yapımında maharet sahibi olup temayüz edenler olmuştur.

        Yenileşme Döneminde Osmanlılar, Avrupa'da gelişen modern teknolojiden ve askeri sahalardaki ilerlemelerden etkilenmelerinin sonucunda, modern bilimi ve teknolojiyi öğretecek yeni eğitim müesseseleri kurma yoluna gitmişlerdir. Osmanlı klasik eğitim kurumlarına dokunmadan kurulan bu müesseseler, imparatorlukta yeni bir bilim ve eğitim anlayışının doğuşunu hazırlamıştır. Bunun ilk örneklerini askeri teknik eğitim sahasında kurulan müesseseler oluşturmuştur. İlk safhasında seçici/selektif bir şekilde başlayan eğitim ve teknoloji transferi, ikinci safhada kapsayıcı bir hal almıştır. 

        Osmanlılarda Avrupa menşeli modern askeri teknik eğitim, XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde başlamıştır. Yenileşme hareketlerinin ilk belirgin işaretlerini, Lale devri olarak adlandırılan, Sultan III. Ahmet ve Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın sadareti sırasında (1703-1730) görmekteyiz. Avrupai tarzda büyük "kalyon" tipi gemi inşası, batı topçuluğuna dair ilk eserlerin yazımı, bu dönemde gerçekleşmiştir. 1730'da Sultan III. Ahmet'in tahttan indirilerek I. Mahmut'un tahta çıkmasına sebep olan Patrona Halil ayaklanması ile, Osmanlı siyasi hayatında ıslahat hareketinde bir kesinti olmadı, yenilikler artarak devam etti. Osmanlı Devleti'ne iltica ederek Müslüman olan Fransız generali Comte de Bonneval (Bonneval Ahmet Paşa, ö. 1747) nezaretinde 1735 yılında Üsküdar'da kurulan Ulûfeli Humbaracılar Ocağı'nda, ilk olarak Avrupa usulü humbaracı yetiştirilmeye başlandı. Burada teorik ve tatbiki olarak matematik, (geometri, trigonometri ve teknik çizim) ile harp sanatları (humbaracılık, balistik) konusunda ders veren Avrupalı ve Osmanlı hocalar görevlendirilmiştir. 1747'de Humbaracıbaşı Bonneval Ahmet Paşa'nın ölümü, Humbaracı Ocağı'ndaki faaliyetlerin kesilmesinde, Ocağın itibarını yavaş yavaş kaybetmesinde ve zaman içinde tamamen kapanmasında etkili olmuştur.

        Osmanlılarda, Avrupa tarzı eğitimde ikinci teşebbüs, bir Fransız Subayı olan Baron de Tott'un (ö. 1793) İstanbul'da bulunduğu sırada (1770-1776) başlatılan "Topçu Mektebi" ve devamında "Hendese Odası"dır. 1772 yılında Sultan III. Mustafa'nın isteği üzerine Tersane yakınlarında düzenlenen topçu eğitimi, Osmanlı topçularına kısa dönemler halinde yeni tekniklerin öğretilmesinden ibarettir. Topçulukta asıl yenilik, 1774 yılında Avrupa tarzında teşkil edilmiş olan Sürat Topçuları Ocağı ile gerçekleşmiştir. 1770'de Osmanlı ile Rus donanmaları arasında Çeşme savaşı sonunda Osmanlı donanmasının tamamen yok edilmesi, bu tarihten sonra askeri eğitim sahasında ve özellikle denizcilik konusunda gerçekleştirilen yenilik hamlelerini kamçılamıştır.

        Hendesehane ve Mühendishanelerin kurulması 1775 yılında Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa'nın inisiyatifiyle Tersane'de kurulan "Hendese Odası"nda Avrupalı ve Osmanlı hocaları matematik, geometri, coğrafya ve haritacılık dersleri vermiştir. Tersanedeki hendesehaneye 1781 yılından itibaren "Mühendishane" de denilmiştir. 1789'da Sultan III. Selim'in tahta çıkması ile başlattığı "Nizam-ı Cedid" hareketi çerçevesinde ele alınan askeri ıslahat çalışmaları, askeri teknik eğitim konusunda yeni bir sayfayı başlatmıştır. 1792 yılında kışlaları tanzim ve nizamları yeniden ele alınan Humbaracı ve Lağımcı Ocakları'na gerekli görülen aritmetik ve hendese eğitimini vermek üzere, bu kışlaya bitişik yeni bir mühendishane açılmıştır. "Mühendishane-i Cedide" adı verilen bu müessese doğrudan Humbaracı Ocağı'na bağlı bir statüde kurulmuş, daha sonraları Mühendishane-i Sultani de denilmiştir. Sultan III. Selim tarafından 1806 yılında çıkarılan ferman sonrasında Mühendishane-i Berri-i Hümayun (Kara Mühendishanesi) ve Mühendishane-i Bahri-i Hümayun (Deniz Mühendishanesi) olarak ikiye ayrılmıştır. Bu kurumlar değişik tekamül safhalarından geçerek birincisi İstanbul Teknik Üniversitesi, ikincisi ise Deniz Harp Okulu olarak günümüze kadar gelmiştir. 

        Mühendishaneler, Osmanlı eğitim ve bilim hayatında yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul edilecek olursa, Osmanlı'nın klasik eğitim sisteminden ve müesseselerinden farklı ve yeni bir sistemin ortaya çıkmış olduğu görülür. Zira mühendishaneler, Osmanlı-Batı sentezi bir sistem olarak karşımıza çıkmaktadır. Kısacası, Osmanlı birçok konuda olduğu gibi mühendishanelerin kuruluşunda da mevcut imkanlar dairesinde ve o anki ihtiyaca göre teşkilatlanmaya giderek gerekli gördüğü müesseseyi kurmuştur.

        Devletin bu yeni müesseseyi kurmaktan maksadı her şeyden önce ordunun yeni bir nizama sokulması, yeni tekniklerle donanmış ve Avrupa orduları karşısında modern tahsil görmüş subaylar, o devrin tabiri ile "mütefennin zabit" yetiştirmektir.

        Sivil mühendislik eğitimi XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nda geniş bir uygulama sahası bulan modern teknolojiler, buhar ve daha sonraları elektrik gücüne dayalı olarak çalışan endüstri kuruluşları, küçük sanayi işletmeleri, telgraf ve demiryolları, karayolları ve sivil inşaatlar imparatorluğun mühendis ihtiyacını artırmıştır. Devlet bu ihtiyacını kısmen askeri mühendisler kısmen de yabancı uzmanlar veya Avrupa'da tahsil görmüş gayrimüslimler vasıtasıyla karşılamaya gayret ederken ihtiyaç duyulduğunda küçük çapta sivil amaçlarla teknik eleman yetiştirmek üzere bazı mektepler açtığı görülmektedir. Bunların ilk örnekleri, "Telgraf Mektebi" (1860) ile Mithat Paşa'nın gayretiyle açılan "Sanayi Mektebi" (1868) olmuştur. Sanayi Mektebi'nde teorik ve pratik eğitimin bir arada verilmesi ve o güne kadar imparatorlukta cari olan "usta-çırak" usulü yerine, yeni tekniklerle eğitilmiş bilgili sanatkarlar yetiştirmenin hedeflenmesidir. Bölümleri arasında da demircilik, terzilik, kunduracılık, makinecilik, dökümcülük, marangozluk, ciltçilik ve mimarlık gibi sanatlar bulunmaktaydı.

        Osmanlı İmparatorluğu'nda sivil mühendislik eğitimi, 1874-75 öğretim yılında Galatasaray Sultanisi dahilinde faaliyete geçen Darülfünun-ı Sultani'nin bir yüksek mektep seviyesinde açılan ve daha sonra Turuk ve Maabir Mektebi (Yollar ve Köprüler Mektebi) adını almış olan Mülkiye Mühendis Mektebi'yle başlamıştır. Burada ülkenin ve toplumun ihtiyaçları göz önünde bulundurularak devletin geniş toprakları üzerinde giriştiği bayındırlık faaliyetleri ve özellikle ulaştırma sahasında yapmak istediği hizmetleri yürütecek sivil mühendislerin yetiştirilmesine yönelik bir program takip edilmiştir. Bu mektepten mezun olacak talebeler, tamamen Nafia (Bayındırlık) Nezareti tarafından devlet memuru olarak istihdam edilmiştir. Turuk ve Maabir Mektebi dört yıllık bir eğitim takip etmiş ve ilk mezunlarını 1880 yılında vermiştir. Mektepte geniş kapsamlı bir mühendislik eğitimi verildiği ders programından açıkça anlaşılmaktadır. 1881 yılında ikinci mezunlarını veren Turuk ve Maabir Mektebi bu tarihten sonra eğitim faaliyetlerine 1884 yılında "Mülkiye (sivil) Mühendis Mektebi" adıyla devam etmiştir.

        Osmanlı Devleti'nde modern tıp eğitiminin başlangıcı ise XIX. yüzyılın başlarına kadar dayanmaktadır. Ocak 1806 tarihinde Mühendishane-i Cedide'den ilham alınarak "Tersane Tıbbiyesi" adlı bir tıp mektebi kurulmuştur. Tersane-i Amire'de, donanmanın tabip ve cerrah ihtiyacını karşılamak amacıyla açılan bu mekteple asıl olarak imparatorlukta tıp tahsilinin yaygınlaştırılması ve Devlet-i Aliyye tebaasından tabiplerin sayısının artması hedeflenmiştir. Derslerin İtalyanca veya Fransızca gibi bir Avrupa dilinde yapılması öngörülmüştür. Ayrıca talebelere tahsil için gerekli olan kitapların, mesleki dergi ve aletlerin Avrupa'dan getirtilmesi kararlaştırılmıştır. 

        1838 yılında Galatasaray'da kurulan Mekteb-i Tıbbiye'de, modern tıp literatürüne vakıf olmak ve yeni gelişmeleri takip edebilmek amacıyla eğitimin Fransızca yapılmak mecburiyeti vardı. Bu zorunluluk neticesinde buradan mezun olan Müslüman tabipler, Fransızca terminolojinin Osmanlıca mukabillerini tespit ederek 1877 yılında ilk Türkçe modern tıp lügatı olan Lügat-ı Tıbbiye'yi neşrederler. Bundan sonra tıp eğitimi Türkçe olarak sürdürülür. Bu tıp kurumu askeri bir kurum olarak başlamakla birlikte daha sonra sivil ikinci bir tıbbiyenin kurulmasına yol açmıştır. İstanbul Üniversitesi ve daha sonra kurulacak olan tıp fakültelerinin temelinde bu tıbbiye bulunmaktadır. 

        Osmanlı eğitiminde genel modernleşme hamlesinde 1869 Maarif-i Umûmiye Nizamnamesi önemli bir adımdır. Bu nizamname ile Osmanlı eğitim hayatı ve kurumları, Fransız eğitim sistemine uygun olarak düzenlenmiş ve eğitim seviyeleri ilk, orta ve yüksek olarak tarif edilmiştir. Böylece Sıbyan, Rüşdiye, İdadi mektepleri ve onlara öğretmen yetiştirecek okullar Darül-Muallimin (erkek öğretmen okulu) ve Darül-Muallimat (kız öğretmen okulu) kurulmuştur. 

        Darülfünun / Üniversite: Tanzimat dönemi yöneticileri, Avrupa dillerinde üniversite denilen ve birçok fakülteden oluşan bir yüksek eğitim müessesesi kurmayı hedeflemişler ve bunun adına "Darülfünun" demişlerdir. XIX. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlılarda görülen bilimde Doğu'dan-Batı'ya olan yöneliş ve bilim ve eğitim anlayışında meydana gelen değişmeler, Tanzimat döneminde medrese dışında yeni bir sivil yüksek eğitim müessesesinin kurulması yolunda teşebbüslerin doğmasına vesile olmuştur.

        1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi'ne göre, Darülfünun-ı Osmani, üç ayrı şubeden (fakülteden) oluşmaktadır. Bunlar Felsefe ve Edebiyat Şubesi, Ulûm-ı Tabiiye ve Riyaziye Şubesi ve Hukuk Şubesi'dir. Mezuniyet için üç yıl, müderrislik için artı bir yıl eğitim veren Darülfünun-ı Osmani'ye 16 yaşını doldurmuş, idadi mezunu veya o derecede malumatı olan talebelerin alınması öngörülmüştür. Her şubenin ayrı ayrı ders programları hazırlanmış, mezuniyet tezi, müderrislik tezi gibi araştırmaya dayalı çalışmaların yürütülmesi, müze, kütüphane, laboratuvar gibi birimlerin de açılması öngörülmüştür. Dersler ve programlar Fransız modeli üzerine kurulmuş olmakla beraber, Felsefe ve Edebiyat Şubesi'nde Şark dillerinden Arapça ve Farsça yanında Batı dillerinden Fransızca, Yunanca ve Latince dersleri programda yer almıştır. Hukuk Şubesi'nde de İslam hukukundan fıkıh dersleri yanında, Fransız medeni kanunu, Roma hukuku ve milletlerarası hukuk derslerinin programda bulunması, İslam ve Batı'yı telif etme gayretlerinin varlığını göstermektedir.

        Darülfünun kurma konusunda yarım asırlık üç başarısız teşebbüsten sonra II. Abdülhamid döneminde kuruluşu hızlanan orta ve yüksek eğitim müesseselerinin yaygınlaşması sonucunda ve kazanılan tecrübeler ışığında, II. Abdülhamid'in 25. cülüsü münasebetiyle (1900) eğitim gelenekleri yerleşmiş bir Hukuk Mektebi ve Tıbbiye'nin daha sonra katılacağı üç yeni fakülteden oluşan (Edebiyat, Fen ve İlahiyat Fakülteleri) ve bugünkü İstanbul Üniversitesinin temelini oluşturan "Darülfünun-ı Şahane" kurulmuştur.

        21 Nisan 1924'te Türkiye Büyük Millet Meclisi, Darülfünun'a saltanat devrinde düzenlenen hükmi şahsiyet hakkını tanıyarak, katma bir bütçe ile idare edilmesine karar vermiştir. Böylece Darülfünun ilmi, idari ve mali bakımdan özerk bir statü kazanmıştır. Bu durum Darülfünunun lağvedilip Reform Kanununun çıkarılmasına kadar sürmüştür.

        Netice Tanzimat'ın ilanı ve özellikle 1868 Nizamnamesinin yürürlüğe girmesiyle Osmanlı Devleti'nin Asya, Avrupa ve Afrika'daki değişik vilayetlerinde çok sayıda farklı seviyelerde eğitim kurumları inşa edilmiş ve kamuoyu eğitimi düzeni maarif müdürlükleriyle tesis edilmiştir. Bu kurumlar, günümüz Türkiye'sinde olduğu gibi Osmanlı'nın sonra ermesiyle kurulan yeni devletlerde de değişim ve dönüşümlere uğrayarak günümüze kadar gelmişlerdir.

        YAZAR

        Ekmeleddin İhsanoğlu