Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Tubitak Ansiklopedi Panislamizm Nedir?

        XIX. yüzyılın ikinci yarısında özellikle II. Abdülhamid (ö. 1918) döneminde İslam dünyasında birlik sağlayarak sömürgeciliğe karşı koymayı amaçlayan siyaset için Batılılarca kullanılan tabirdir. Panislamism (İttihad-ı İslam), bir siyaset ifadesi olarak kullanılmaya başlanmadan önce de inananlar arasında birlik ve kardeşlik duygusu anlamında "ittihad-ı din, uhuvvet-i din" gibi atıflar mevcuttur. Bu tabirler Müslüman sultanlıklar arasındaki yazışmalarda gayrimüslim devletlere karşı birbirlerinden yardım isterken sıklıkla zikredilmiştir.

        Batılı sömürgecilere karşı bağımsızlıklarını giderek kaybeden Müslüman toplumların Osmanlı Devleti'nden beklentileriyle oluşan hava, Tanzimat döneminde Yeni Osmanlı aydınlarının Osmanlı Devleti'nin bekası için teklif ettiği İslamcılık ideolojisinin açılımına zemin hazırladı. Böylece Osmanlı Devleti'nin önderliğinde birleşecek Müslümanların yabancı hakimiyetinden ve geri kalmışlıktan kurtulabilecekleri öngörülmekteydi. Buna mukabil sömürgeci ülkeler de kendilerine karşı direnen Müslümanların tavrını takbih için olumsuz çağrışımlar taşıyan panislamizm tabirini ortaya attı. İlk defa 1870'lerde gündeme gelen bu niteleme ile Fransa'da Gabriel Charmes (ö. 1886) tarafından L'avenie de la Turquie, le Pan-Islamisme, (Paris 1883) adıyla bir kitap yayımlandı. İngilizce neşriyatta ise Wilfred W. Scawen Blunt'ın (ö. 1922) Ocak 1882'de Fortnightly Review'de yayımladığı "The Future of Islam" başlıklı makalelerinde yer buldu. Dönemin Pancermenizm, Panslavizm gibi akımlarından hareketle daha çok Batı'ya karşı organize edilen tehlikeli bir askeri teşkilatlanma olarak takdim edildi.

        İttihad-ı İslam kavramı aynı tarihlerde Yeni Osmanlıların yayınlarında da tartışılmaya başlandı, 1873'te bu başlıkla Esad Efendi tarafından müstakil bir risale yayımlandı. Arapçaya çevrilerek hac mevsiminde Mekke'de de dağıtılan risale muhtemelen İslam dünyasında bu adı taşıyan ilk eserdir. Gerek tehlikeli olarak gördükleri bu gelişmelerden gerekse Osmanlı basınındaki tartışmalardan rahatsız olan Batılı devletler, II. Abdülhamid'in saltanatının ilk yıllarında Babıali'yi bu anlamda ikaz etti. Padişah da bu konuda baskılara muhatap olmamak için basına uyarılarda bulundu, hatta saltanatının sonlarına doğru bir tedbir olarak bu tabirin kullanılması yasakladı. İttihad-ı İslam kavramı Jön Türkler döneminin siyasi karmaşası içinde bir çıkış yolu olarak yeniden gündeme geldi, bu isimle bir dergi çıkarıldı, "İttihad-ı İslam" başlığını taşıyan kitap ve risaleler yayımlandı.

        II. Abdülhamid'in belli ölçüde tevarüs ettiği İslamcılık siyasetinde dine verilen önem ve İttihad-ı İslam'a yapılan vurgu, daha çok Müslümanlar arasında sömürgeciliğe karşı mücadele için birlik ve yardımlaşmanın zaruretine atıf yapar, öncelikle Osmanlı Devleti'nin bekasını teminde vazife ifa edecek bir vasıta olarak değerlendirilir. II. Abdülhamid'e göre din, milletin devamı için sahip olunması gereken unsurlardan biri olduğu gibi Devlet-i Aliye'nin devamı ve bekası İslamiyet'le kaimdir. Müslümanlarda imandan sonra halife aşkı en başta gelmeli, zihinlere din, devlet ve vatan sevgisi yerleştirilmelidir. Bu itibarla bilhassa hilafet kurumuna özel bir vurgu yapıldığı dikkati çeker. II. Abdülhamid'in gerek kendisinin de halife olduğunu söyleyen bazı emirlere, gerekse hilafetin Kureyşe ait olduğu yönünde İngilizlerin yaymaya çalıştığı ayrılıkçı fikirlere karşı gösterdiği tepki ve kararlılık bu amaca yöneliktir. Bunun için İstanbul, Kahire ve Londra'da Osmanlı hilafetinin propagandası için gazeteler çıkarılmış veya müstakil hilafet risaleleri hazırlatılarak İslam dünyasına dağıtılmıştır.

        II. Abdülhamid'e göre öncelikle Osmanlı Devleti'nin derlenip toparlanması, bütün İslam aleminin kurtuluşu için de gerekliydi. Bu sebeple yeryüzündeki Müslümanlar, aynı zamanda kendi kurtuluşları için öncelikle Osmanlı Devleti'nin tekrar güçlenmesine destek olmalıydılar. Ancak bu destek, Batılıların iddia ettiği gibi saldırgan bir amaca yönelik olmayıp daha çok siyasi kamuoyu oluşturmak ve bağlı bulundukları Batılı ülkenin Osmanlı Devleti'ne yönelik politikasına tesir etmeye çalışmak şeklindedir.

        II. Abdülhamid'in Araplarla meskûn vilayetlere bakışı ve uyguladığı politikalar da bu anlayış çerçevesinde gelişmiştir. Birçok Arap danışman, katip ve memur tayin edilmiş ve üst düzey bürokratlar göreve getirilmiştir. İstanbul'a davet edilen bazı ulema ve şeyhlerin yanı sıra vilayetlerde bulunan eşrafın sarayla doğrudan temasına izin verilmiş, çeşitli hediye, nişan ve taltiflerle sadakatleri sağlanmaya çalışılmıştır.

        Osmanlı Devleti'nin İran'a olan yaklaşımı ve her iki ülke arasında İslam ortak paydası etrafında canlanan ilişkiler de dönemin siyasetine uygun çerçevede düşünülmüştür. II. Abdülhamid'in Şii dünyasına yönelik tavrı, Panislamizm literatürünün en dikkat çekici isimlerinden olan Cemaleddin-i Efgani (ö. 1897) ile birlikte yapmayı tasarladığı bir çalışmada açıkça görülür. Efgani İstanbul'a davet edilmiş ve İttihad-ı İslam'ın gerçekleştirilmesi yolunda mesaisi istenmiş, ancak İran Şahı'nın Efgani'nin öğrencilerinden biri tarafından öldürülmesi bu çalışmaları akamete uğratmıştır.

        II. Abdülhamid döneminde Türkistan ve Güney Asya, Uzakdoğu'daki Müslümanlara yönelik çalışmaların da devreye sokulduğu dikkati çekmektedir. Bu hususta üzerinde en çok durulan noktalar, dünyada halifenin yönetiminde güçlü bir Müslüman devletin mevcudiyetini buralardaki Müslümanlara duyurmak, maruz kaldıkları adaletsizlikler karşısında ilgili devletler nezdinde müdahalelerde bulunmak, irtibatları sıklaştırmak ve İslamiyet'i doğru öğrenip uygulayabilmeleri için hocalar, dini kitaplar göndermek şeklindedir. Ancak bu tür faaliyetler sırasında Sömürgeci devletler rahatsızlık duymuşlar ve sıkı tedbirler almışlardır. Osmanlı hilafeti ve onun İslam alemindeki nüfuzu konusunda Avrupalıların yaklaşımının siyasi şartlara göre bazen değişiklik gösterdiği de olmuştur. Mesela İngiltere Ortadoğu, Türkistan ve Hindistan'a yönelik Rus tehditlerine karşı Osmanlı hilafetinin Müslümanlar arasındaki nüfuzundan faydalanmak istemiştir. Buna mukabil tehdit oluşturduğu düşünülen siyasi ve askeri gerginlik durumlarında ise bir taraftan kendi sömürgelerinde ciddi tedbirler alarak Müslümanların faaliyetlerini kısıtlama yoluna gitmiş, diğer taraftan bu tür siyasetten duyulan rahatsızlıkları açıkça ifade etmiştir.

        Son tahlilde Müslümanlar arasında, dinden kaynaklanan dayanışma anlayışının gelişen haberleşme, ulaşım ve basın imkanlarıyla kendisini daha rahat ifade etme fırsatı bulmuş olması anlaşılabilir bir durumdur. Bu duygu yoğunluğunun tek bağımsız Müslüman devleti olan Osmanlı Devleti etrafında gelişmesi hilafet kurumu ve güç dengesi itibarıyla tabii bir süreç olmalıdır. II. Abdülhamid bunu propaganda ve çeşitli faaliyetlerle yaygınlaştırmaya çalışırken dini duygu ve değerlere çok vurgu yapmış, belli ölçüde de başarı sağlamıştır. Siyasi manada ümit edilen şey, birlik ve dayanışma içerisindeki bir İslam aleminin sömürgeci devletlerin politikalarını ciddi olarak etkileyeceği, böylece onların Osmanlı Devleti'ne karşı daha olumlu bir tavır takınmak zorunda kalacakları hususu idi. Fakat mevcut imkanların bunu sağlamaya ne derece yeteceği ile ilgili II. Abdülhamid'in tereddütleri vardı. Dönemin bazı Avrupalı siyaset ve devlet adamları ile yazarları tarafından iddia edildiği gibi sistematik bir gizli örgütlenme ve direniş faaliyetleri söz konusu değildi. Bu konuda en çok spekülasyonun yapıldığı Hindistan'da Osmanlıların İngiliz hakimiyetine karşı ayaklanma çıkarmaya çalıştığı şeklinde iddialar ortaya atılmış, fakat İngiliz hükûmetlerinin yaptığı incelemeler sonunda bu iddia doğrulanamadığı gibi bunun için çalışan bir örgütlenmenin varlığı da tespit edilememişti.

        II. Abdülhamid döneminde İslam aleminde ortak bir duygu birliği oluşturulabildiği açıktır. Osmanlıları ilgilendiren milletlerarası gelişmelerde ortaya konulan tepki ve Hicaz demiryolu projesinde sergilenen olağanüstü dayanışma söz konusu şuurun göstergeleri olmuştur. Bu noktada II. Abdülhamid'in merkezi konumda bulunduğuna şüphe yoktur. Hatta daha sonra Osmanlı idaresini üstlenen İttihatçılar da onun siyasetinin mirasından faydalanma yoluna gitmişlerdir. Trablusgarp ve Balkan savaşlarında İslam aleminden destek alabilmek için İttihad-ı İslam'a yapılan vurgular, 1. Dünya Savaşı'ndaki Cihad-ı Ekber ve Cihad-ı Mukaddes ilanlarıyla en üst düzeye çıkmıştır. Ancak bu dönemde Osmanlılar dışındaki Müslümanlar neredeyse sömürgeleştirildiği için İslam dünyası diye bir olgu söz konusu değildi. Milli Mücadele sırasında da dünya Müslümanlarına birlik ve dayanışma mesajları gönderilerek destek olmaları istenmiştir. Bu çağrılara karşılık özellikle Türkistan ve Hindistan Müslümanlarından önemli miktarda mali yardımın Türkiye'ye ulaştığı bilinmektedir. Hilafetin ilgasından sonra (3 Mart 1924) İttihad-ı İslam bir politika olarak artık gündemden çıkmış, bunun yerine bağımsızlığını kazanan Müslüman ülkeler arasında dinin özündeki dayanışma duygularının da yardımıyla oluşturulacak ilmi, iktisadi, kültürel ve siyasal organizasyonlarla iş birliği ve yardımlaşma imkanlarının hazırlanması hedeflenmiştir.

        YAZAR

        Azmi Özcan