Halkın, siyasal sistemin herkes için eşit ve adil sonuçlar doğuran politikalar üretebileceğine ilişkin yaygın inancını ya da vatandaşların kendi siyasal inanç ya da moral değerlerine göre sorumlu siyasi otoritelerin ve kurumların performansının değerlendirilmesine dayanan bir yargıyı ifade eder. Yerine göre "güven", "yaygın destek" ya da "halk desteği" kavramları da aynı anlamda kullanılmaktadır. Bu konularda ilk çalışmaları yapan David Easton (ö. 2014), güven kavramını "siyasal otoritelere ya da rejime yönelik yaygın destek" olarak tanımlamıştır. Almond ve Verba ise bu kavramı "sistem etkisi" olarak ifade etmiş ve "bir bütün olarak sisteme yönelik genelleşmiş tutumlar" olarak tanımlamışlardır. Bu anlamda siyasal güven, siyasal sistemin vatandaşların taleplerine duyarlı olduğuna ve sürekli bir gözetim olmasa dahi sistemin doğru olanı yapacağına ilişkin kanaatlerinin bir özetidir.
Ampirik çalışmalarda siyasal güven; kişilerin kendilerinin de bir parçası olduğu siyasal topluma, siyasal sisteme ve seçimle iş başına gelmiş iktidara yönelik duydukları güveni ifade etmektedir. Son yıllarda ise kısmen alan araştırmalarının yaygınlaşması ile siyasal güvenin yöneldiği kurumların beş ayrı kategoride incelendiği görülmektedir. Bunlar siyasal toplum, rejimin ilkeleri, rejimin performansı, rejimin kurumları ve siyasal aktörlere yönelik güvenden oluşur. Ancak geleneksel olarak siyasal güven çalışmalarında üçlü ayrıma dayalı (siyasal toplum, siyasal rejim ve iş başındaki iktidar) anlayış ampirik araştırmalarda daha yaygındır.
Siyasal meşruiyet ile siyasal güven arasında doğrudan bir ilişki vardır. Weberci anlamda halkın siyasal iktidara olan güvenini belirleyen şey otoritenin gücünü gelenekten, liderin karizmasından veya yasalardan almasıdır. Esasen modern dünyadaki demokratik siyasal rejimlerin meşruluk temelinde, siyasal toplumun halkın rızası ve uzlaşması (sosyal sözleşme) ile kurulduğu, ilkeleri ve değerleri yazılı olarak belirlenmiş bir Anayasal rejimin olduğu ve iktidarların da, halk tarafından yapılan periyodik seçimlerle, bu ilke ve değerlere uygun olarak etkin bir demokratik yöntem sergileyeceği anlayışı yatar. Bu nedenle siyaset bilimciler; rejime, kurumlara ve iktidara karşı gösterilen aşırı güvensizliğin, halktaki yaygın moral bozukluğunun, artan hayal kırıklıklarının ve siyasal yabancılaşmanın demokratik sistem için tehlikeli ve sağlıksız bir gösterge olduğunu; çünkü uzun vadede bu güven erozyonunun kurulu sistemin meşruluğunu yok edeceğini savunmaktadırlar. Ayrıca halkla hükûmet arasındaki sürekli güven bunalımının, hükûmetlerinin tartışmalı ancak kamu hayatı için son derece kritik olan konular karşısında karar alma gücünü zayıflatacağını ve daha da önemlisi kriz anlarında hükûmetlerin yönetme kabiliyetlerini engelleyeceğini belirtmektedirler. David Easton "halk desteğinin belli bir minimum düzeyin altına düşmesi durumunda her çeşit siyasal sistemin varlığının tehlikeye düşeceğini" ifade etmektedir.
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin demokrasilerinde ise siyasal güven daha da önem kazanır. Çünkü bu gibi ülkelerde rejim, yerleşmiş demokrasilerdeki gibi halkın kayıtsız şartsız desteğine sahip değildir. Zira demokratik yolla iktidara gelen hükûmetlerin başarısız olduğu kanısı halk arasında yaygınlaşmaya başlarsa bu tutum zamanla demokrasinin bizzat kendisine olan inancı da zayıflatabilir. Bu da gelişmekte olan demokrasilerin kurumsallaşmasını engelleyecektir. Böyle durumlarda ortaya çıkan tehlike, halkın eski otoriter rejimlere dönmeyi istemesinden ziyade zaten meşruiyeti zayıf olan demokratik rejimin liderlik tartışmaları, etnik çatışmalar ve siyasal ve sivil hakların kullanım alanının daralmasıyla giderek zayıflama ihtimalidir.
Gelişmiş ülke demokrasilerinde yapılan pek çok araştırma vatandaşların siyasal kurumlara ve liderlere yönelik güveninde genel bir düşüş trendi olduğunu saptamıştır. Fakat bu fenomenin nasıl açıklanması ve yorumlanması gerektiği sosyal bilimler arasında tartışma konusu olmuştur. Halk Hükûmete Neden Güvenmez (Why People Don't Trust Government) adlı, alanda önemli bir araştırma halkın siyasal sistemden hoşnutsuzluğunu açıklamaya yönelik farklı modeller önermektedir. Bunlar, ekonomik performans yaklaşımından post-modern değerlerin yükselişi teorisine ve medyanın etkisine değin geniş bir bakış açısını yansıtmaktadır. Aslında güvensizlik doğuran bütün bu nedenleri iki ana başlık altında incelemek mümkündür: birincisi güven erozyonunu, siyasal sisteme yönelik aşırı talep ve beklentilerin karşılanmamasından kaynaklanan hoşnutsuzluklarla açıklayan yaklaşım; ikincisi ise güvensizliğin siyasal sistemin işleyiş sürecinde ortaya çıkan haksızlık ve adaletsizliklerden doğan hoşnutsuzluklardan kaynaklandığını savunan yaklaşım. Aşırı talep artışını esas alan yaklaşıma göre 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana vatandaşların hükûmetlerden talep ve beklentileri hızla artmıştır. Artan taleplerin hepsinin hükûmetlerce yerine getirilebilmesi mümkün olmadığı için vatandaşlarda kaçınılmaz olarak siyasal sisteme yönelik hoşnutsuzluk da artmaktadır ve bunun sonucunda meşruluk krizleri ortaya çıkmaktadır. Güven kaybının kaynağını siyasal süreçteki olumsuzluklara bağlayan ikinci görüşe göre ise önemli olan hükûmetlerin izlediği politikaların sonuçları değil bu politikaların uygulanma sürecidir. Buna göre, vatandaşların yönetim sürecinin adaletsiz olduğuna ve politikaların kendi taleplerine duyarsız olduğuna ilişkin kanaatleri en az uygulanan politikaların sonuçları kadar vatandaşların hükûmete ve kurumlara duyduğu güveni etkilemektedir. Her ne kadar güven erozyonunun sonuçlarının ne olacağı kestirilemese de sosyal bilimciler artan güvensizliğin mutlaka ciddiye alınması gereken bir uyarı olduğu konusunda birleşmektedir.
YAZAR
Birol Akgün