"Vedat Milor'la Buyurun Sofraya", bugün saat 17.15’te Habertürk’te başlıyor
Vedat Milor, Habertük'te yayın hayatına bugün saat 17.15'te başlayacak olan "Vedat Milor'la Buyurun Sofraya"da geçmişten günümüze, dünya mutfaklarının izini sürecek. Milor, İstanbul'u semt semt dolaşarak lokantaların özel yemeklerinin tadına bakacak. İşin özü; Habertürk izleyicilerini lezzetin peşinde bir yolculuğa çıkaracak. "Gastronomi, yaşam stilinin bir parçası" diyen Vedat Milor, konuk olduğu Habertürk HT Stüdyo'da gastronominin yanı sıra bir hayli ilginç ve altı çizilesi konulara değindi
Pazar günleri artık daha lezzetli geçecek.
Çünkü Restoran Eleştirmeni ve Yazar Vedat Milor, bugün saat 17.15'te Habertürk'te yeni programa başlıyor;
"Vedat Milor'la Buyurun Sofraya'…
"Vedat Milor'la Buyurun Sofraya"ya geçmeden önce, ülkemizde gastronominin öneminin keşfedilmesinde başrolü oynayan Vedat Milor’un hayatındaki ve kariyerindeki başlıca temel noktalara göz atalım.
Ayrıca 'Milor' soyadının neden Türkiye'de sadece kendi ailesine ait olduğunu öğreneceksiniz.
İstanbul doğumlu.
5 yaşındayken, annesi Selma Keşmir ile babası Oktay Milor ayrıldığı için ninesi ile dedesi tarafından büyütüldü…
Ninesi… Ulema ve medrese sahibi Ulusan-Karahafız Ailesi’nin kızı Handan Hanım.
Dedesi… Mecidiyezade Ailesi’nden Tahir Paşa’nın torunu Tahir Bey.
Büyükannesini çok sevdiği için ona ‘Handan’ diye seslenirdi.
Ninesini o kadar çok seviyor ki Prof. Linda Susan Milor ile olan evliliğinden dünyaya gelen kızına onun adını verdi; Ceylan Handan…
Handan Milor - Vedat Milor - Tahir MilorNinesine, ‘Handan’ diye hitap etmesini komşuları, çok yadırgardı. Bu konuda sık sık da eleştirilirdi. Dedesi ise “Boş ver oğlum. Sen kendi doğru bildiğini yap. Sadece kendi vicdanını dinle ve kimseye kulak verme” derdi.
Dedesinin bu nasihatını hiç unutmadı, hep öyle yaptı. Hayatı yaşama tarzı, Tahir Bey’in o nasihatıyla şekillendi.
Handan Hanım, çok iyi yemek yapardı yapmasına ama Vedat Milor, iştahsız bir çocuktu. Bu nedenle de bir hayli zayıftı.
Yatılı olarak öğrenim gördüğü Galatasaray Lisesi’nde masa tenisi, sinema ve edebiyata meraklıydı. Lise son sınıfta Galatasaray Kültür ve Edebiyat Şöleni Komitesi Başkanı oldu. Daha sonra gelenek haline gelen şöleni organize etmeye devam etti.
Lisedeyken annesi Selma Keşmir, Vedat Milor’u Taksim’deki Lamartin Caddesi'nde bulunan Çin lokantasına götürürdü. Köfte ve makarnadan sonra tatlı-ekşi soslu karides, en sevdiği üçüncü yemek haline geldi.
Lise sondan itibaren kız arkadaşlarını etkilemek için onları farklı lokantalara götürüyordu. O zamanlar; iyi yemek, kendisi için ikinci plandaydı.
Galatasaray Lisesi’nden sonra Boğaziçi Üniversitesi'nde ekonomi öğrenimi gören Vedat Milor, daha sonra Lisans üstü eğitim için University of California, Berkeley’de okumak için ABD’ye gitti.
ABD günlerinde iyi yemek, kendisi için artık ikinci değil, ilk sırada yer aldı. Orada dünyanın en kompleks içeceği, yaklaşık 200 aromaya sahip şarabı keşfettikten sonra tadımlarda kendisinden çok büyük ve işi bilenler, “Senin inanılmaz bir damağın var” gibi laflar edince şevki arttı. Giderek “Farklı şaraplarla neler yenir?”den yola çıkarak gastronomiyle ilgilenmeye başladı.
TEZİ, 'EN İYİ DOKTORA TEZİ' SEÇİLDİ
Doktora tezi için 9 ay Paris’te kalınca, dünyanın en iyi şaraplarını ve lokantalarını keşfetme imkânı buldu. Böylelikle de lezzet konusunda referans noktaları oluşmaya başladı.
Doktora tezi 'Planning and Economic Development in Turkey and France: Bringing the State Back in' 1990’da ABD’de American Sociological Association (Amerikan Sosyoloji Derneği) tarafından o yılın en iyi doktora tezi seçildi.
Vedat Milor, Brown University sosyoloji bölümüne asistan profesör olarak girdi. Sonrasında aynı ülkedeki Princeton'daki Institute For Advanced Study'e davet edilen Milor, bir yıl boyunca Albert O. Hirschman'ın yanında araştırma yaptı.
Akabinde Stanford University'e girerek hukuk okumaya başlayan Vedat Milor, üniversiteden ilk yüzde 10'a girerek JD derecesiyle mezun oldu.
Bir şirketin hukuksal işlerine baktıktan sonra Georgia Institute of Technology'de kamu yönetimi bölümünde öğretim üyeliğine başlayan Vedat Milor, 2005’te Koç Üniversitesi'nde misafir profesör olarak 'Uluslararası Politik Ekonomi' dersleri verdi.
Vedat Milor, aldığı teklifle başladığı gastronomi programıyla hayatına yeni bir yön verdi. Çok izlenen gastronomi programlarına imza atmasının yanı sıra gastronomi yazıları yazdı / yazıyor.
İki tane de kitap yazdı;
• Akdeniz Lokanta ve Şarap Rehberi: İtalya (2010)
• Hesap Lütfen (2020)
Vedat Milor, sahip olduğu temel kimliği; yemek ve şarap eleştirmenliği, yerine getirmesi gereken ödevi ise restoranlardaki yemekleri gastronomik açıdan mümkün olduğunca en doğru ve tarafsız biçimde değerlendirerek yansıtmak olarak tanımlıyor.
Bunu da şu şekilde ifade ediyor; “Bir defa eleştirmenin değerlendirilen yerde herhangi bir ekonomik çıkarı olmamalı. Mümkünse gideceği yerlere habersiz gitmeli, yediği yemeğin ücretini tam olarak ödemelidir. Kısacası, bir yere ilişkin fikirlerini en dürüst biçimde ifade edebilme özgürlüğünü satmamalıdır.”
Bu arada arama motorlarına ‘Milor’ yazınca sadece Vedat Milor ile ilgili bilgiler çıkıyor. Belli ki kendi ailesi dışında bu soyadı taşıyan başka biri / birileri yok.
Peki ‘Milor’ nedir?
21 Haziran 1934’te Soyadı Kanunu’nun kabul edilmesiyle dedesi Tahir Bey, Mecidiyezade diye adlandırılan ailelerine ithafen 'Mecidiyeoğlu'nu almak istemiş.
Ne var ki soyadı komisyonu, 'Mecidiyeoğlu'nu ‘yabancı kökenli’ diye reddetmiş.
Tahir Bey de “Peki Milor olsun” demiş, komisyon da kabul etmiş. İşin ilginç yanı ‘Mecidiyeoğlu’na “Yabancı kökenli, olmaz” diyen komisyon üyeleri, hayatlarında hiç duymadıkları ‘Milor’ için ‘olur’ demeleri.
Nasıl olduğunu Vedat Milor de elbette merak etmiş.
Ne var ki 13 yaşındayken dedesi Tahir Bey’in vefat etmesi nedeniyle soruyu sormaya vakti olamamış.
"Vedat Milor'la Buyurun Sofraya"ya gelince; geçmişten günümüze, dünya mutfaklarının izinin sürüleceği programda Vedat Milor, ayrıca İstanbul'u semt semt dolaşarak lokantaların özel yemeklerinin tadına bakacak.
Her daim tattığı lezzetlerin ötesine geçen Vedat Milor; yemeklerin öykülerini, onları sunan ellerin emeğini ve Türk mutfağının geçmişten günümüze taşıdığı sırları dile getirecek.
Her lokmada, bir kültürün, bir toplumun ve bir geçmişin izlerini taşıyan bir öykü ortaya çıkaracak.
Gelenek ve yenilik arasında dans eden Türk mutfağının zenginliğini gözler önüne serecek. İstanbul'un sokaklarında kaybolurken, yemeklerin anlattığı hikâyeleri keşfedecek. Ziyaret ettiği her semtin ruhuna dokunacak.
İşin özü; "Vedat Milor'la Buyurun Sofraya" ile Habertürk izleyicilerini lezzetin peşinde bir yolculuğa çıkaracak.
Vedat Milor, konuk olduğu Habertürk HT Stüdyo’da Mehmet Çalışkan’ın sorularını cevaplarken gastronominin yanı sıra bir hayli ilginç ve altı çizilesi konulara değindi.
• Vedat Bey, hoş geldiniz nasılsınız?
Hoş bulduk. Sağ olun, iyiyim. Siz nasılsınız?
• Sağ olasınız, teşekkür ederim. Yeni programınız hayırlı olsun.
Teşekkür ederim.
• Programın projelendirme aşamasından yayına hazır hale gelene kadar olan dönem nasıl geçti?
İyi geçti… Zaten daha önce benzer formatta program yaptığımdan dolayı benim için bir yenilik olmadı. Ekibimiz gayet güzel. Süreci hiçbir baş ağrısına neden olmadan gayet güzel, gülerek, eğlenerek tamamladık
• En çok merak ettiğim konulardan biri şu; yurt dışından ne zaman bir ünlü gelse şunu diyor; "Türk yemeklerinin lezzetlerine bayıldım." Ne var ki lezzetlerimiz küresel bir yaygınlığa ulaşmış değil. Bu tezatlığın nedeni sizce nedir?
Bilemiyorum tabii… Bence bu bayılmak pek hayra alâmet değil. Çünkü sağlık sorunu olduğunu gösteriyor bence.
• Çok sevdiklerini söylüyorlar…
Birincisi; doğru söylemiyor olabilirler. İkincisi; referans noktaları çok düşük olabilir. Genelleme yapmak çok zor ama gelen ünlülerin gastronomi deneyimini bilmek lâzım. Türk mutfağını denemek için biraz Anadolu'yu gezmek, esnaf lokantalarını görmek lâzım. Diğer türlüsü laf gibi geliyor.
• Sempatik görünmek için de söylüyor olabilirler…
Sempatik görünmek için geliyor açıkçası… Sakın Türk mutfağını küçük gördüğüm sanılmasın... Öyle kolay değil… Üç günlüğüne ülkeye gel, iki şey dene sonra ''bayıldım'' de… Neye bayıldığını, nesini sevdiğini sorsanız biraz zorlanmaya başlarlar. Çok insan, gittiği her ülkede benzer şeyleri söylüyor. Ünlüler, bir yere gittiği zaman elbette orasıyla ilgili iyi şeyler söylemek istiyor. Eskiden şu olurdu; kızlar gelir, ''Türk erkeklerine bayıldım” derlerdi.
"BELKİ O ZAMAN CİDDİYE ALINABİLİR"
• Evet, öyle çok haber yapılırdı.
Yapılırdı... Bizim de çok hoşumuza gidiyor ama bence burada söyleyenin kimliği önemli. Yani söyleyen, gastronomi çevrelerinde dikkate alınan biriyse ve birçok mutfağı mukayese edebiliyorsa belki o zaman ciddiye alınabilir.
• Özlü sözde olduğu gibi; “Önemli olan ne söylendiği değil, kimin söylediğidir”…
Evet, kimin söylediği önemli, aynen öyle...
"BU KONUDA SORUNLARI TARTIŞMAK İSTİYORUZ"
• "Vedat Milor'la Buyurun Sofraya", Habertürk izleyicilerine neler sunacak?
Her şeyden önce Türk mutfağındaki çeşitliliği ve zenginliği göstermek istiyoruz. Gastronomiyi; kültürün, yaşam stilinin bir parçası olarak düşünüyorum. İşin bir doyma; biyolojik bir ihtiyaç, bir de haz tarafı var. Elbette hazzı almamız çok önemli. Çok zengin çeşide sahip bir mutfağımız var. Amaç; o çeşitliliğin zenginliğini ortaya koymak. İyiyle - kötüyü ayırt etmek, nelere bakacağımızı anlatmak. Tabii yemek olayı, bir buz dağının denizin üstündeki kısmı. Denizin altındaki kısmında ise ürün yatıyor. Orada; üründe sorunlar var. Eskiye göre birçok şeyi kaybediyoruz. Denizler, hayvancılık, tarım… Bu konuda sorunları tartışmak istiyoruz. İstanbul dışına çıktığımız zaman daha derine inmek istiyoruz. Orada evlere gitmek istiyoruz, sadece lokantalara değil… Orada yemek yerken işimiz methiye düzmek değil. Sürdürülebilir, herkesin paylaşabileceği bir gastronomi çok önemli. Hem sürdürmek hem de korumak lâzım. Kaybolan tatları tekrar bulmak, geliştirmek lâzım… Bu programdaki amacım; bir yandan o zenginliği gösterirken diğer yandan da geniş bir perspektiften gastronomiye bakabilmek.
"KIVIRCIK BİLE MELEZ HALE GELDİ"
• Türk lezzetlerinin neslinin tükenme tehlikesi var mı?
Tabii ki var… Birçok ürün kaybediliyor. Ürün kaybolduğu ya da kalitesi bozulduğu zaman aynı yemeği yapmak mümkün değil. Örneğin birçok hayvan ırkı ithal ediliyor. Kıvırcık bile melez hale geldi, gerçeği bulunmuyor. Yediğimiz hayvanlar daha çok besi hayvanı oldu, otlaklar kayboldu. Sonuçta yemek, ürüne dayalı.
"BÜYÜK ŞEHİRLERE GÖÇ EDEN İNSANLAR YÖRESEL YEMEKLERİNİ YAPMIYOR"
• Lezzetlerimizin neslinin tükenmemesi için özellikle kimlerin neler yapması gerekiyor?
Öyle bir liste çıkarmak zor ama akla gelen ilk şu; Türk mutfağının zenginliği, yöresel bir zenginlik. Her yörenin kendine özgü yemekleri var. Genellikle bu yemeklerin devam etmesi tamamen o yörenin, o kentin, ekonomik durumuyla ilgili. Oradakiler; refah içinde olduğu, göç önlendiği sürece, bunun sonucunda da gelenekler yaşatıldığı, yaşam stili korunduğu ölçüde ürünlerin üretimi devam eder. Böylelikle gastronomi devam eder… Giderek yoksullaşma, büyük ölçekli göçler ortaya çıkarsa, oralara yatırım yapılmazsa, bu yemekler giderek kaybolmaya başlıyor. Büyük şehirlere göç eden insanlar, yöresel yemeklerini yapmıyor.
• Yemek kültürünün yeni nesle aktarıldığını pek düşünmüyordum. Söylediklerinizden sonra emin oldum…
Muhakkak haklısınız… Bu, genel olarak dünyada olan bir sorun. Eskiden evde tek insan çalışırdı, genellikle yeterdi. Şimdi karı - koca birlikte çalışıyor.
• İşten eve gidip de yemek yapacak mecali kalmıyor.
Kalmıyor… Evde çok yemek yapılırdı, esnaf lokantalarında çeşit iyice boldu. Çünkü o esnaf lokantalarının sahipleri, “Farklı yemekler yapalım ki evde yenmemiş olsun” derdi. Şimdi evlerde fazla yemek yapılmıyor, dışardan getirtip ısıtıyoruz.
"SOFRA SOHBETLERİ ORTADAN KALKIYOR"
• Hayatın hızlanması yemek kültürünü de bir hayli etkiledi değil mi?
Muhakkak... Tabii akşamları yine daha çok vakit var ama daha çok oturmak için. Direk olarak içmeyle de ilgili. Ne içtiğinle ilgili… Mesela meyhane kültürünü ele alalım; meyhanelerde uzun uzun oturulur. Çünkü yavaş yavaş içilir. Yeni tip lokantalarda ‘hızlı ye, hızlı kalk modeli’ var. Yemenin en büyük hazzı olan sohbet sosyalleşme aracıdır. Kültürümüzün güzel bir yanı olan sofra sohbetleri ortadan kalkıyor. Giderek ne yediğimiz, nasıl yediğimiz birbirine benzemeye başlıyor. Bunun en uç örneğini Japonya'da gördüm. Ramen; bir nevi Japon çorbası. Çorbanın içinde hem et, hem sebze, hem de makarna var. Doyurucu… Ramen yerken, garsonu hiç görmüyorsunuz, paranızı makineye atıyorsunuz. Orada seçiyorsunuz, basıyorsunuz düğmeye, hangisini istiyorsanız... Ucuz, herkes yiyebilir. Ondan sonra oturuyorsunuz, yanınızdakini görmüyorsunuz. Yanınızda olanı görmemeniz için araya paneller konulmuş. Böyle gömülüyorsun tek başına bitiriyorsun, hızlı hızlı...
Vedat Milor - Prof. Linda Susan Milor• Bütün bunların sonucunda yemek adabının da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu düşünebilir miyiz?
Tabii… Adap da bitti. Rezalet bir durum, aslında çok acıklı. Çünkü hayat zaten zor, zaten bireyselleşme, zaten ağır yükler var. Yemek yeme, bir yandan haz alırken bir yandan karşı kefeye konan bir ağırlıktı. Yemekte biraz gevşerdik, konuşurduk, sohbet ederdik...
• O halde yemek, sadece doyma hazzı vermeye başladı...
Çok haklısınız… Tabii toplumsal dinamikler bu yönde gelişiyor. Biz de bu programımızda karşı yönde dinamikleri nasıl geliştirebileceğimizi ele alıyoruz.
• Bu konuda bir hayli çaba gösteriyorsunuz. Yemek kültürümüzün devamlılığının sağlanması adına gösterilen çabada en büyük payın sizin olduğunu düşünüyorum…
Bilemiyorum… Sağ olun, teveccühünüz. Bunu duyduğuma çok mutlu oldum. Elimden geleni yapıyorum.
• Yemek yapma makineleri üretiliyor. İçine malzemeleri koyuyorsunuz, beş dakika içinde hazır. Böyle yemek yapılır mı? Yapılır da nesinden haz alınır ki... Yemenin hazzına aykırı. Kahve, çay makinelerini kanıksadık da yemek yapma makinesi bana pek tuhaf geliyor.
Şahsen Türk kahvesini cezvede yavaş yavaş yaparım. Hiçbir şekilde hazır yapmıyorum.
"ABD'DE 50 KİLONUN ALTINA DÜŞTÜM"
• Cezvede ağır ağır pişirilen kahve tadını bilmeyen, kahve makinesinden çıkanı lezzetli sanır tabii…
Bu söylediğiniz çok önemli… Başta yabancılar için sordunuz ya, iyisinin tadını bilmek lâzım her şeyden önce. Bazen insanlar o kadar kötü yiyor ki bizde vasat bir şey bile yeseler, “Çok iyi” diyorlar. Referans noktaları zayıf. Mektep-i Sultaniye'ye gittim, sonra da askerlik yaptım. Oraların yemekleri, ev yemeği kadar güzel değildi. İlk yurt dışına çıktığımda, okul yurdunda yiyordum. ABD’de yurt yemeğini gördüğüm zaman, ''Allah'ım ne bu? Meğer askerde bile tabldot yemekleri, krallar sofrası gibiymiş” dedim. Kuru fasulye - pilav da çıksa en azından yenirdi, lezzetliydi. Hatta bazen güzel börekler çıkardı, güzel tas kebaplar yerdik. Bir lezzet vardı. ABD’deki yurtta “Nasıl olur da doğanın ürünleri bu kadar lezzetsiz yapılır?” diye düşündüm. O kadar zayıflamıştım ki kemiklerim çıkmıştı. Elli kilonun altına düşmüştüm. Millet “”Verem mi oldun?” diyordu. Yiyemedim çünkü...
• Lokanta kültürümüzde de bir değişim var değil mi? Köklü lokantalar artık ayakta kalamıyor...
Lokantacılık hem bir sanat, hem de zanaattır. Giderek iş adamları, başka meslek gruplarından insanlar lokanta işine girmeye başladı.
"GİDEREK MÜŞTERİLER, DAHA CÜZDAN GİBİ GÖRÜNMEYE BAŞLIYOR"
• Yeme – içme büyük bir ticari sektöre dönüştüğü için iş insanları, lokantacılığa bir hayli ilgi duyuyor. Tabii ki evde yemek yapma yerine dışarıda yemek veya eve sipariş etme de çoğalınca…
Ticari... Nakit para var. İnsanlar, nakit parayı seviyor. Küçük lokantalar, aile işletmeleri, esnaf lokantaları... Bu işi yapanlar, yıllardır yapmışlardır. Onların haysiyetleriyle işleri paralel gider. O iş, onun aynı zamanda gurur kaynağıdır, onunla övünür. Tabii ki para kazanması lâzım. Adamcağız, herkese bedava yemek yapamaz, iflas eder ama aynı zamanda da severek yapar. Giderek müşteriler, daha cüzdan gibi görülmeye başlıyor. Müşteri - lokantacı ilişkisi de değişmeye başlıyor. Bu büyük ölçüde bizde var. Japonya'da bunun tersini gördüm. Ramen örneğini vermiştim. Bir de ters örnekleri var. Hâlâ çok küçük ölçekli lokantalar fazlasıyla bulunuyor. Usta, aynı zamanda lokantanın sahibi. Çoğu aile işletmesi, onların gurur kaynağı. O yüzden yaptıklarından çok zevk alıyorlar. Başka bir iş de yapmak istemiyorlar. Eskiden bizde de böyleydi. Adamın biri pilav uzmanıydı, diğeri zeytinyağlı yemek… Hangisinde uzmansa onu yapardı. Şimdi bir bakıyorsun, gazete bayisi açar gibi “Orada da açayım, burada da olsun” diyorlar. Hayatında İtalya’ya gitmemiş kişiler, İtalyan lokantası açıyor. İtalyan nasıl yapar, ne yer, bilmiyor ama lokantasını açıyor. “Açalım ağabey, nasıl yaptıklarına bakar, yaparız” diyorlar.
• “İnternetten bakar, yaparız” diyorlar…
Yapıyorlar da işte… Uydurmasyon oluyor. Tabii bu iş sadece bizde böyle değil, onu söyleyeyim. Dünyanın birçok yerinde buna benzer trendler var.
"ÖYLE BİR ŞANSIM OLMADI"
• Çevremde çok görüyorum. Sizin hakkınızda öykünerek ''Ne güzel… Hem yemek yiyor hem şöhret oluyor hem de para kazanıyor” diyorlar. Ben de onlara diyorum ki “Siz acaba Vedat Bey'in bu mertebeye gelebilmesi için harcadığı parayı biliyor musunuz?” Yemek yediğiniz lokantalarda indirim yapılmasını bile kesinlikle kabul etmiyorsunuz. Dünyanın birçok mutfağını deneyimlemek için ne kadar para harcamışsınızdır? Harcamamış olsaydınız yüklü bir servetiniz olabilir miydi?
Bir kere para kazanmıyorum. Bu yaptığım programı da para almadan yaptım. İzleyicilere, tanıdıklara sevgimden yaptım. Para almadım tam tersine cebimden harcadım. Çünkü Türkiye'ye geldim, onun için cebimden para harcadım. Bunu vurgulayayım. Hayatta ne istediğini iyi bilmek lâzım. Benim için önemli olan süreç; yaptığım işten zevk almak, sonuç değil. Hep “Şunu şunu yapalım, o zamana kadar dişimizi sıkalım” deniyor. Fakat birçok insan hayatını harcıyor. İnsanın ne zaman göçüp gideceği de belli değil. Bir de kendini iyi tanımak lâzım. Her şeyin bir bedeli var, ciddi para kazanmak için işe ciddi parayla başlayacaksın. Öyle bir şansım olmadı. Hayata büyük parayla başlayamadığınız zaman ciddi para kazanmak için iki ya da üç şey gerekir. Sayalım bunları; hiç birlikte bile olmayı sevmediğin insanlara yağ çekeceksin. Faust stili müzakere, yani ruhunu, şeytana satacaksın. Üçüncüsü de çok risk alacaksın, çok strese gireceksin. Ben kendimi çok iyi tanıyorum, ruhumu kesinlikle şeytana satmam, kim olursa olsun... Kimseye yağ çekmem, dedelerim de öyleydi. İçimden gelmediği zaman düşünmediğim şeyi kimseye hiçbir zaman söylemem. Çok risk almayı seven biri değilim. Çünkü korkarım, daha sağlamcı biriyimdir. Mümkün olduğunca stresten kaçınıyorum. Çok para için bu şeyler gerekli. O yüzden hiçbir zaman “Ben şöyle bir iş kurayım'' demedim. Yaptığım işi seviyorum, okumayı seviyorum, sohbeti seviyorum. Süreç böyle… Dediğim gibi hayatın ne zaman biteceği belli değil ama belli olan bir şey var, ikinci yarıyı oynuyoruz. Hatta ikinci yarının sonunu… Mağlup ayrılacağız.
• Allah, gecinden versin. O hiç belli olmaz…
Belli oluyor, ortalamalar, istatistikler var. Bu işten zevk aldığım gibi hayatımı idame ettiriyorum. Para için değil ama elbette herkes gibi kızımı da okutmak zorundayım.
• Yaşamın gerçeği de var tabii… Sizin mesleğiniz sonradan öğrenilebilecek bir meslek mi yoksa doğal yeteneğin payı daha mı büyüktür?
Hiç bilmiyorum, meslek değil bu, hobi… Kitabımda bu konuya değindim. Meslek olarak görmüyorum. Zevkim, hobim…
"DENEYİMİN OLMAZSA ATARSIN"
• Yirmili yaşlarda lezzet uzmanı olunabilir mi? Sosyal medyada o kadar çok çoğaldı ki… Yirmili yaşlardaki kişiler kendini lezzet uzmanı olarak tanıtıyor…
Lezzet uzmanının ne olduğunu da bilmiyorum. Orada uzmanlıktan neyi kastediyorlar, bilemiyorum ama referans noktasının gelişmesi için çok şey lâzım. Deneyimin olmaz, atarsın… Görüyorum, gülüyorum. Şark kültürüne özgü bir şey… İnsanlar kendilerini objektif olarak değerlendiremiyor. Nasıl herkes kendini olduğundan daha güzel, daha yakışıklı, daha genç görüyorsa... Belki gerçekten kendini öyle görüyordur. Arkadaşları da ya dolduruşa getiriyordur ya da ne derse desin “Haklısın” diyorlardır. Ülkemizde çok garip bir durum var; her konuda uzman olan kişiler var. Bir de insanlar, onlara her konuda soru soruyor. Hiç bilmedikleri konularda bile ahkâm kesiyorlar. Bana ''Sağlık açısından da değerlendiriniz Vedat Bey'' diyorlar. Dalga geçersem anlamadıkları için dalga da geçemiyorum. “Kusura bakmayın bir daha gelişte tıp okursam bu konuyu değerlendirebilirim” diyorum. Bir de beylik laflar vardır tabii... Mesela ''Çok yemek sağlığa zararlıdır.” Bravo… Büyük uzman, nasıl da biliyor adama bak. Bir de şuna çok meraklıyız; bana bakıyorlar “Çok kırmızı et tüketme'' diyorlar. Sen ne biliyorsun ne kadar tükettiğimi, tanıyor musun beni? Ülkemizde sorulmadan fikir vermek de çok yaygın.
• Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak… Örneğin 20’li yaşlarda birçok sinema eleştirmeni gördüm. Sordum; “Bu yaşına kadar kaç film izlemiş, kaç kitap okumuş, kaç yönetmenin biyografisini biliyor olabilirsin?” Aldığım cevap şuydu; “Doğal yetenek.” İşte o anda sözün bittiği yere geldim.
Doğal ahmaklığa denecek bir şey yok.
• Yeni bir kitap çalışmanız var mı?
Evet, Yenal Bilgici Bey ile ‘Hesap Lütfen'i çıkarmıştık. Kendisiyle onun devamı şeklinde farklı konulara değiniyoruz. Birkaç ay sonra çıkar.