Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        New Yorklu fotoğrafçı Diane Arbus hayatı boyunca bir mecburiyet gibi yalnız kalanların fotoğraflarını çekti. MET Breuer Arbus’u dünyadan ayrıldığı ayda, bir temmuz ayında anmaya karar verdi

        Greenwich Village 29 numara Charles Street. Diane Arbus hayattayken bu adreste yaşıyormuş. Hani şu hep gariplerin, çirkinlerin, ucubelerin ve mecburen yalnız kalanların fotoğraflarını çeken New Yorklu fotoğrafçı. MET Breuer, yıllar sonra yine bir temmuz günü dünyadan ayrılan Arbus’u kariyerinin ilk 6 yılındaki 100 kare fotoğrafla anmaya karar vermiş. Bir yaz günü için hayli kalabalık içerisi. Sıcaktan kaçanlar müzelere sığınıyor belki de. Diane Arbus’un siyah beyaz fotoğ- rafları serinlikten ziyade, madalyonun karanlık yüzünü bırakıyor sergi salonuna. Normal şartlarda insanların karşılaşıp da kafalarını hızla çevirecekleri insanlara şimdi bir fotoğraf karesinde bakmak ne kolay!

        Arbus hakkında bilinen şeyler klasik, zengin bir kürk tüccarının kızı, dadılarla, hizmetçilerle, aşçılarla, şoförlerle büyüyor. Genç bir kızken kocasına kaçıyor, sonra boşanıyor, hayatını hilkat garibeleriyle, kimsenin yüzüne bakmadığı insanları fotoğraflayarak, çok büyük dergilere fotoğraflarlar çekerek geçiriyor ve bileklerini keserek evinin küvetinde intihar ediyor. Gerisi bildik olaylar, arkadaşları gelecek, polis gelecek, intihar ettiği raporlara geçecek ve bitecek. İntihar raporuna 45 kilo olduğu yazılırken taşıdığı yüke dayanamadığı, bir gün önce ajandasına “son yemek” diye bir randevusunun olduğu yazılmayacak. Çocukları ise annelerinin ölümünden yaklaşık 36 sene sonra apartmanın deposundan kutular içinde onlarca fotoğraf, yüzlerce negatif bulup müzeye emanet edecek. Herkesin hikâyesini hızlı anlatınca işte bu kadar yer tutuyor. Bir paragraf en fazla.

        SANAT ÇOK GEREKLİ DEĞİL

        Arbus ise hayatın karanlık tarafında çocukluğundan beri durduğunu şöyle anlatıyor: “Ailemin serveti bana hep bir kusur gibi göründü, bundan utandım. Hayatım Transilvanya civarında garip bir Avrupa ülkesinin film setini andı- ran ortamındaki yapayalnız bir prensesinkini andırıyordu.” Biraz Tezer Özlü gibi. Özlü’nün yazdığı satırlar Diane Arbus için sanki: “Sizin düzeninizle, akıl, namus, başarı anlayı- şınızla bağdaşan hiç yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum, hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene değer verdiğiniz için. Yaşamım boyunca içimi kemirdiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluş- larınızla içimi kemirdiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz.” Farklı yıllarda yaşamış, iki ayrı mutsuz kadın, onlar iyi ama çevreleri kötü. Kocasından boşanınca Vogue, Harper’s Bazaar, Esquire gibi dergilere çekim yapmaya başlar. Ama modeller ona yetmeyecektir, modeller plastiktir, o dünya da banyonun duvarlarına ası- lan bir süre sonra tozlanan plastik çiçeklerden farksızdır. Fotoğrafını çekeceği insanlarla uzun zamanlar geçiriyor, kimi zaman günler, kimi zaman haftalar. Arbus kendi anlatmaya devam ediyor; sokağa çıkana kadar zorlanırmış, fotoğraflarını çektiği insanlara yanaşana kadar karın ağrıları çekermiş. Çünkü doğdukları andan itibaren toplum tarafından yalnız bırakılan insanlara yanaşmak zor. Neden bu insanların fotoğrafını çektiği sorulduğunda ise, “Sanatın çok da gerekli bir şey olduğunu düşünmüyorum. Benim fotoğraf çekmemdeki sebep, bu insanları ben çekmezsem kimse onların yüzüne bakmayacak” diyor. Arbus, “Hilkat garibeleri fotoğrafçısı” adını alınca şunu anlatmak zorunda kalı- yor: “Birçok insanın yaşarken travmatik bir tecrübe yaşayacağına dair ödü kopar. Ucubeler kendi travmalarıyla doğduklarından hayattaki sınavlarını zaten geçmişlerdir. Onlar aristokratlardır.” Arbus, sirklerde, çıplaklar kampında, parklarda, ucuz leş gibi kokan otel odalarında, akıl hastanelerinde dolaşır. Bu insanlar yalnızdır, yanlarında Diane Arbus vardır.

        ‘HEP ÇOK SIKILIR’

        Hiç ata binmediği halde, fotoğraf çekmeyi ata binmeye benzetir. Atın üstünde duran gerisini halleder diye düşünür, attan düşmüş gibi çektiği berbat fotoğraflarda dahi bir güzellik bulduğunu anlatır. Arbus fotoğraf çekerken hiçbir zaman etrafa çekidüzen vermediğini, eğer etraf dağınıksa kendi hareketlerine çekidüzen verdiğini söyler. Fotoğraflarını çektiği insanlar bazen çırılçıplak karşısında dururken kendinin ne kadar giyinik olduğundan ziyade o insanların ayağında duran terliğe bakar. Çok sıkıldığını anlatır, hep çok sıkılır. Çinlilerin teorisine göre eğer birisi çok sıkılıyorsa o büyük sıkıntının ardından büyülü anlar gelir. Arbus da çekim yapmasını kabul eden insanları, cüceleri, fahişeleri, otobüste bir başına giden çantasını sıkı sıkı tutan kürklü kadını, memelerini salmış kuliste bekleyen sirk çalışanlarını, saçlarını bigudilemiş ayna karşısında sigarasını içen travestileri sabırla bekler. Onları beklerken yaşadığı sıkıntının bir şeye değeceğini bilerek bekler, çünkü garip şeyler bekledikçe normalleşir, herkes kendine bakabilecek hale gelir, birbirinden bekledikçe korkmazsın. Halbuki şimdi korkmak nefes almak gibi, endişelerimizin derecesini güvenlik görevlileri, polisler belirliyor.

        Arbus’un sergisinde rastladığım, bir yaz günü kışlık yün pantolon giyen, uzun kollu kazağını çekiştirerek, yüzünü tamamen kapatan şapkasıyla fotoğrafların fotoğraflarını çeken, herkesin dönüp dönüp baktığı adama güvenlik görevlisi yaklaşır ve şöyle der: “Fotoğraf çekemezsiniz!” Halbuki izin verseler o da kendi garipliğini normalleştirecek, eve gittiğinde çektiği karelere bakıp belki de “Ben bunlardan daha iyi durumdayım” diyecek. Ama dünya artık bir sopa, sürekli birisinin kafasına iniyor.

        Diğer Yazılar