IŞİD Türkiye sınırında
IŞİD’in “Suriye’nin fethinden sonra sıra Türkiye’ye gelecek, İstanbul’u da alacağız inşallah” söylemi gerçekçi bir tehdit midir? Bu iddiayı ciddiye almalı mıyız? IŞİD’in Türkiye’nin sınırına dayandığına dair haberler gündemi belirlerken hükümet yetkililerinin açıklamalarına bakılacak olursa IŞİD Türkiye’yi hedef alan faaliyetler içinde değil, güvenlik birimlerimiz gerekli değerlendirmeleri yapıyor ve henüz kaygı duyulacak bir güvenlik tehdidi bulunmuyor. Ancak gelişmelere yakından bakıldığında bundan bu kadar emin olmamak gerek. Nitekim hamisi olunduğu iddia edilen Türkmenler, Telafer başta olmak üzere farklı şehirlerde hedef alınıyorsa, konsolosluğu basılmış ve kamyon şoförleri ile birlikte 100’e yakın vatandaşı, farklı istihbarat unsurlarıyla temas halinde olması muhtemel, doğası gereği öngörülemez bir örgüt tarafından rehin alınmışsa (alıkoyulmuşsa) Türkiye hedeftir. Elbette ki Türkiye, Suriye ve Irak özelinde olduğu gibi işgal boyutuna varan kalıcı ve yapısal bir tehditle karşı karşıya bulunmuyor ancak Türkiye’nin baş ağrıtacak birtakım saldırılara maruz kalması uzak bir ihtimal değildir.
Zira IŞİD ve benzer ideolojideki örgütlerin daha önce Türkiye’de büyük terör eylemleri yaptıklarını biliyoruz. Hızlıca hatırlatmak gerekirse ilk akla gelen HSBC genel merkezi ve iki sinagogun hedef alındığı 15-20 Kasım 2003 İstanbul saldırılarıdır.
Bu saldırılar Türkiye tarihinin en kanlı ve en sarsıcı terör eylemlerindendi. Eylemi gerçekleştirenlerin ana argümanı Türkiye’de kâfir bir düzen olduğu ve bu ülkenin meşru eylem sahası olarak kabul edilebileceği üzerine kuruluydu. Saldırıyı düzenleyenler El Kaide’nin bir fraksiyonuydu. Bugün karşılaştığımız örgüt de bundan çok farklı değil.
Tehdidin reel potansiyelini daha da ciddiye almamızı gerektiren başka örnekler de söz konusu. 20 Mart tarihinde Niğde-Adana otoyolunda rutin trafik kontrolü yapan güvenlik güçlerine uzun namlulu silahlarla saldıran ve 3 vatandaşımızı öldürenler IŞİD mensuplarıydı. 25 Mart’ta İstanbul’da yine aynı örgüte yönelik düzenlenen bir operasyonda 3 polis yaralanmıştı.
Suriye ve Irak’ta bu ve benzeri örgütlerin eylem dosyalarını alt alta koyduğumuzda potansiyellerinin ne kadar yüksek olduğunu başka delile ihtiyaç duymadan görebiliriz.
Bu potansiyellerine bir de beklenmedik zamanlarda şaşırtıcı boyutta eylemler yapabilme yetenekleri eklendiğinde üzerinde büyük ciddiyetle durulması gereken bir sorunla karşı karşıyayız demektir. Daha da ötesi Türkiye’de militanları olan, yani ülke içinde potansiyel hücreleri bulunabilecek bir yapıdan bahsedildiği düşünülecek olursa tehlikenin boyutları daha da belirgin hale gelecektir.
Bu örgütün Türkiye ve Türkleri hedef almayacağı beklentisinde olmak mümkün değil. Türkleri tekfir etme yeni ortaya çıkmış bir şey de değil. 1916’da dahi birilerine göre “kafir”(!)dik.
Murat Bardakçı’nın naklettiğine göre Araplar arasında küçük bir azınlığı temsil eden Şerif Hüseyin Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlı’ya karşı “cihad” ilan ederken buna gerekçe olarak şunları gösteriyor: “Türkler dinden çıktılar. İslam’ın kanunlarını ve geleneklerini ihlal ediyorlar. Artık Allah’ın emirlerine uymuyor, emredilenin aksini yapıyorlar... Arapların Türk idaresine karşı cihada girişmeleri farzdır.”
Bu yaklaşım bugün de çok farklı değil. Aşırı ve uç anlayışların doğrudan hedefindeyiz. Tarihi kökleri olan, hafife alınamayacak kadar önemli bir tehlikeyle karşı karşıyayız. İstediği kişiyi “kâfir” ilan edip sonra da onu öldürmeyi meşru gören bu gibi radikal örgütler Türkiye’ye karşı da rahatlıkla eylem yapabilirler. Kendi dar din tanımlarının dışındaki insanlara karşı ne insani ne de vicdani herhangi bir sorumluluk hissetmeyen bu ve benzeri örgütler elbette Türkiye’nin görmezden gelemeyeceği bir tehdittir.