Hoşça bak zâtına...
Kıymetli kardeşlerim! Dünya ne kadar karışık olursa olsun mânevî mevsime bakarsak çok önemli bir zaman dilimini yaşamaktayız. Dünya dünyalığını yapacaktır, bozulacak, düzelecek, daima kevn ü fesat yani yapboz şeklinde kıyamete kadar böyle gidecektir. Ya elem ya emel, ya umut, ümit yahut hüzün, karamsarlık içinde dünya hayatı bizi kendi tezgâhına çekecektir. Ama insan bunun için mi yaratılmış? Böyle olup bittiler arasında sermayesini, güzelliğini sarf edip tüketecek bir varlık olarak mı tasarlanmış? Zaman, mekân devamlı bozulup değişse ve farklı yüzünü gösterse de insan denilen bu güzel varlık hep solmayan, hiçbir zaman pörsümeyen bir güzel mânâ bulmalı, ömrünü bu mânâyı tahsil etmeden harcamamalı.
Allah Teâlâ yerleri ve gökleri içindekilerle beraber nizamıyla, intizamıyla, formülüyle, sebep-sonuç ilişkileriyle yaratmıştır. Biz bu mânâya inandığımız için mü’min şerefine erişmişizdir. İş böyleyken acaba bu kadar güzel yaratılışımızın ve en güzel şekilde yaratılmış olan kendi zâtımızın farkına varamamak acı bir şey değil midir? Bizler koskoca evrende ne kadar küçük bir dünyada yaşadığımızı, samanyolları, galaksiler ve uzay içerisinde nokta kadar bile sayılamayacak bir dünyada hayatımızı sürdürdüğümüzü düşünürüz. Hatta bazen “Bu koskoca evren boşuna mı yaratıldı? Muhakkak başka yaşayanlar, bizim gibi olanlar da var...” diyerek kafa yormayı, araştırmayı da bir erdem olarak görürüz.
Peki bir yandan bunlar devam etsin, araştırıp duralım, uzaylara, evrene araçlar ve sinyaller gönderelim. Fakat niçin kendi zâtımızı bu kadar küçük ve değersiz addederek mânâdan uzak yaşayalım? Bu bir haksızlık değil mi?
Allah Teâlâ bizim zâtımıza kıymet verdiği için mi haşa Rabb’imizle aramız açılıyor. Yememiz, içmemiz, giyinmemiz, kuşanmamız hâsılı tüm hayatımız ve yaşantımız hakkında en özel bilgileri, ilmi bizlere bahşettiği için mi dini ve mânâyı küçük görüyoruz? Bazıları diyor ki: “Allah Teâlâ niçin bizim yediğimizle, içtiğimizle meşgul olsun?”
Bu söylenen mantıksızdır, akla uygun bir durum değildir. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in daha ilk ayetinde rahmân ve rahîm olduğunu ilan ederek âlemlerin Rabb’i, mürebbisi, hâcetini ve ihtiyacını gören yegâne kudret olarak kendisini ilan buyurup anlatıyor.
Rabb’imiz çok merhametli olduğu için mi mânâyı küçük görüyoruz? Haşa bize bu kadar kıymet vermekle Rabb’imize hamd edeceğimize, O’nu (CC) ve O’nu (CC) anlatan Efendimiz’i (SAS) küçümsüyor, esas ihtiyacımız olan kalp dünyamızı karartıyoruz?
Peki sonunda ne oluyor kıymetli dostlar? İşte para, pul, kâşâneler, yatlar, katlar, zevk ü sefa ve gırla eğlence... Peki huzur nerede? Kalpler niye daralıyor? Vicdanlar niye tutsak, niye insanlar birbirinin kuyusunu kazıyor. Vahşi hayvanları bile utandıracak bu zulüm, bu kaos üst üste dünyayı saran savaş, felaket, anlayışsızlık ve sevgisizlik bu sahadaki bitmez tükenmez hırsımıza hâlâ “Dur!” diye feryat etmiyor mu? İnsanlık; diğer âlemleri, gezegenleri toprağın üstündeki, altındaki birçok canlıyı keşfetmekle uğraşırken; acaba kalp dünyasını, sevgiyi, mânâyı, Allah’ını (CC), rehber Resul’ünü (SAS) ve kısaca kendi hoş zâtını ve emanetini ne zaman bulacak?
Kıymetli dostlar! Lütfen etrafımızdan, sağımızdan solumuzdan gelen bilgi, haber, enformasyon yoğunluğu ve kirliliğiyle kendimizi ara yere vermeyelim. Bakın şu günden itibaren Ramazan’a aşağı yukarı 10 gün kaldı. 30 gün de Ramazan diye düşünürsek 40 gün elimize bir ganimet ve fırsat olarak geçiverdi. 40 gün neler değiştirmez ki? Sabahtan akşama, akşamdan sabaha bir anda her şeyin değiştiği bir dünyayı göz göre göre seyreden bir insan için 40 gün ne kadar büyük bir sermaye.
Geliniz manevi dünyamızı keşfetmek için rahmet, mağfiret, merhamet, barış ve huzur getiren şu günleri kendi kuvvetimiz ve kudretimiz nispetince değerlendirmeye çalışalım. Yaz mevsiminde erken rezervasyon için internet sitelerinde dolaşmayın demiyorum. Ama insan denilen zâtın sadece yaşamak, çiftleşmek, eğlenmek için yaratılmadığını en az sizler kadar biliyorum.
Hoşça bakalım zâtımıza, beğenmediğimiz tarafları Allah’ımıza (CC) arz edelim, O’nunla (CC) irtibatı hiç kesmeyelim. Sonra da o güzel Rabb’imizin bize bahşettiği ikramları ve verdiği güzellikleri kalp huzuruyla, neşeyle, hoşça seyredelim.
Kıssa
HİCRETİN 3. asrında yaşamış büyük bir velinin nasıl tövbe ettiğini kendisi şöyle anlatır:
“Ben zamanın ve çevrenin kötü ahlâkına uymuş, tefecilik yapan bir insandım. Haftada bir borç verdiklerimin kapısına gider tahsilat yapardım. Bir gün yine evden çıktım, çocuklar sokakta oynamaktaydı. Bir çocuk diğerlerine bağırarak ‘Yoldan çekilin, aman uzaklaşın, tefeci geliyor, onun ayağından kalkan toz üzerimize yapışırsa belki biz de Allah’ın (CC) gadabına uğrarız!’ diyerek seslendi. Bu söz içime ateş gibi düştü. O an kulluğumdan utandım ve Allah Teâlâ’ya samimiyetle tövbe ettim. Tek tek evlere uğradım, helalleşip hatta üzerine de para vererek tefecilik ve faiz işini bıraktım. Ağlaya ağlaya evime doğru yürüyordum. Aynı çocuğun diğerlerine şöyle seslendiğini işittim:
‘Çocuklar koşun, Allah Teâlâ’nın tövbe eden, veli bir kimsesi şu an sokağımıza geldi. Belki ayağından kalkan toz üzerimize konar da Allah Teâlâ’nın rahmetine ve yakınlığına kavuşuruz.’
O günden beri Allah Teâlâ’ya asi olmaktan, günah işlemekten ve bu muhabbeti kaybetmekten hep korkarım.”