Düşünmeden konuşmak felakettir
KIYMETLİ dostlar! Günümüzde çeşitli kanallar vasıtasıyla, büyük bir enformasyon akışına maruz kalıyoruz. Buna çeşitli haber kaynaklarından gelen bilgiler de eklenince insan neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamakta güçlük çekebiliyor. Türlü türlü şeylerin anlatıldığı “ana haber” bültenleri de işin cabası.
Eskilerin bir sözü vardır. “Kör ölür, badem gözlü olur” derler. İnsanların günümüzde de davranış şekillerine baktığınızda bu tabirin ne kadar doğru olduğunu anlarsınız. Bir kişi bilerek İslâm’a ve Müslümanlara sayısız zarar vermiştir, alçaktır, zalimdir, inançla, inananlarla dalga geçmiş, yapmadığı rezalet kalmamıştır. Fakat falanca camiden cenazesi kaldırılırken sanki bu kadar melâneti işleyen kişi o değilmiş gibi; herhalde ya meraktan ya mecburiyetten oraya birikmiş insanlar bir över, bir anlatırlar ki öleni hiç bilmeseniz, “Ben nasıl bu evliyadan habersiz yaşadım? Bu ahir zamanda böyle birinin varlığından nasıl haberim olmadı? Tüh, yazık...” diyecek duruma gelirsiniz.
Ziya Paşa’nın dediği gibi:
En ummadığın keşfeder esrâr-ı derûnu,
Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?
İNSANIN AKLINI BAŞINA ALMASI KOLAY BİR İŞ DEĞİLDİR
İşte kıymetli dostlar! Madde planında kalındığı müddetçe ne kadar parlak, ne kadar yüksek söz ve fiiller ortaya konsa da neticede toz gibidir. Hani bir söz var ya, “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar” diye... “Falanca böyleymiş, filanca uçuyormuş...” gibi sözlere itibar edenler mananın peşinden giden kişiler değildir.
Maddeye ve dünyaya düşkünlüklerinden, birazcık manadan ilâveler yapmaya çalışarak vicdanlarını rahatlatmaktan, ömürlerini avuntuyla tüketmekten öteye geçememektedirler.
Bendeniz, bu nevi insanlara “madde bağımlısı” diyorum. Hâşâ bunu kendimi dışarıda tutarak söylemiyorum. Ama çoğumuz ya oradan ya buradan kendimizi uyuşturacak bir maddeye müptela olmuşuz. İnsanın aklını başına alması, öyle kolay bir iş değildir; çünkü akıl başa alındığında mesuliyet, farkındalık, esas meseleyle yüzleşmek gibi sarsıntılı ve sancılı süreçlerin eşiğine gelinmektir. Aklı başında olan adamın çilesi bitmez. En hafif çilesi bile baş ağrısı gibi adamı inletir. Cenâb-ı Hakk bizi her türlü madde bağımlılığından muhafaza eylesin.
İNSAN; ANLAMADAN, ÖĞRENMEDEN NASIL DÜŞÜNEBİLİR?
Günümüzün moda hareketlerinden birisi de konuşmanın, fikir beyan etmenin, düşündüğünü söylemenin teşvik edilmesidir. Adeta insanlara, “Kendini göstermek, var olduğunu ispatlamak mı istiyorsun, o hâlde konuş... Nasıl konuşursan konuş! Sen varlıksın; birikimin, bilgin, herhangi bir sanatının olması da gerekmez. Konuş, yeter ki konuş” denmektedir.
Konuşmak; medeni cesaret ister. Çocuğumuz çok konuştuğunda seviniriz. Kalabalıklar içerisinde utanmadan, sıkılmadan, akla gelen herhangi bir şeyi sözle ifade etmeyi takdir ve teşvik ederiz. “İşte kendisini gösterdi. Buradayım, ben varım, dedi” şeklinde de ödül cümlelerini, madalya gibi o insanın üzerine yapıştırırız.
Peki, işin aslı hakikaten de böyle midir? Hayır. Tefekkür etmeden, düşünmeden konuşmak felâkettir. Öğrenmeden düşünmek ise cehalettir. Bu sözler yer değiştirebilir. İster cehaletin yerine felâket, ister felâketin yerine cehalet koyun. Her ikisi de rezalettir.
İnsan, anlamadan, öğrenmeden nasıl düşünebilir! Düşünmeden, tefekkür etmeden nasıl konuşabilir! Evet, konuşmak varlık alâmetidir. Fakat dikkat edilirse herhangi bir canlı yahut mahlûk olmakla insan olmak arasında gerçekten de derin farklılıklar vardır. İnsanın kemâli, nerede nasıl konuşabileceğini bilmesiyle tezahür eder. Hatta susması gerektiği anı idrak etmek esas olgunluktur.
İnsanın konuşmayı öğrenmesi bile dinlemekle başlar, çocuk dinlemeden konuşamaz ki. Ama her dinlediğini düşünce süzgecinden geçirmeden konuşmak da olgunluk değil, çocukluk alâmetidir. Günümüz insanı susarak, öğrenmeyle geçirebileceği vakitleri maalesef konuşmak ve dedikodu mesabesindeki boş şeyleri dinlemekle israf etmektedir.
*************
MESNEVİ'DEN
BİR adamın kötü huylu bir karısı vardı. Adam ne getirse kadın onu tek başına yerdi, fakat adamcağız buna ses çıkarmazdı.
Bir gün, gelecek misafirler için adam maddi olarak sıkıntıya girip et aldı ve eve getirdi. Karısı eti kebap yaptı ve tek başına yiyip bitirdi.
Adam “Misafirimiz geldi, onlara sofra kurmamız gerekir. Et nerede?” diye sordu. Kocası gelip etin olmadığını görünce kadın adamı oyalamaya çalıştı ve “Ey bey! Senin getirdiğin eti kedi yedi. Eğer misafire et ikram etmek istiyorsan koş kasaptan tekrar et al!” dedi.
Kadının hilesini anlayan adam, “Hizmetçi! Bana teraziyi getir de şu kediyi bir tartalım bakalım, kedinin ağırlığı ne kadar gelecek?” dedi. Adam kediyi aldı, tarttı ve kedi yaklaşık 4 kilo geldi. Durum ortaya çıkınca adam kadına şöyle dedi:
“Ey kadın! Aldığım et 5 kilodan fazlaydı. Kedi ise 4 kilo geldi. Eğer 4 kilo gelen kedi ise benim aldığım et nerede? Eğer bu tarttığım et ise kedi nerede?”