Müslüman emindir...
KIYMETLİ dostlar! Dinimize ve Müslümanlara hizmet eden, Hakk erleri, Hakk âşıkları hep hakikati söylemişler, her devir ve dönemde hakkın ihya edilmesi için bizlere miraslar bırakmışlardır. Anlamamak ayıptır ama anlamadığını marifet saymak çok büyük bir ahmaklıktır. Kinle dinin ihya olmayacağı, intikam duygularıyla yola çıkanların hak davada görünseler bile en az maruz kaldıkları zulmün ve zalimin tahribatı kadar yıkıcı ve ayrılıkçı olacağı ortadadır.
Sevgi ve muhabbetin ancak sevgi ve muhabbet meyveleri vermesi gerekir. Şayet başka neticeler elde ediliyorsa dalâlet ve sapkınlık içerisinde bulunduğumuzu anlamamız gerekir. Sevmekte de nefrette de aşırıya gitmek tehlikesinden kaçınmak icap eder.
Müslüman emindir. Hem gönül verdiği iman ve İslâm sâyesinde kendisi emniyet içerisindedir hem de bu imanın tezahürü olarak insanlar da ondan emin vaziyettedir. Çünkü Müslüman emin olan peygamberin sadık ümmetidir. Birbirini kıran, kesen, aldatan, yolunu vuran, iftira atan, birbirini beğenmeyen, her fırsatta başkalarını ötekileştiren, kendi nefsini kutsayan, egolarını tatmin için iş yapan, insanların arasını açan, mü’minleri ağlatan, kendi aklına ve nefsine tâbi olarak işini gücünü, hizmetini ve hayatını şekillendiren bir kimsenin bu anlayışını ve imanını “İslâm” olarak ifade etmesi sadece kendine değil, ümmete ve bu ümmetin Serveri Efendimiz’e (SAS) ihanettir.
Şu unutulmamalıdır ki son güne kadar imanı için her türlü fedakârlığı yapanlar olacağı gibi küfür ve nifak için elinden geleni ardına koymayan alçaklar da olacaktır. Allah Teâlâ bizi Efendimiz’in (SAS) sünnet-i seniyyesine daima bağlı eylesin. Nefsimizin ve diğerlerinin şerrinden bizi muhafaza eylesin.
‘HAMDIM, PİŞTİM, YANDIM’
HAZRET-i Pir Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Efendimiz’in “Hamdım, piştim, yandım” sözü herkesçe malûmdur. Buradaki yanmak, çerağ, kandil gibi tutuşmak manasınadır. İşte gerçek aydın ve aydınlık saçanlar, bu nura mazhar olan hatta bu nurla nurlananlardır. Böyle aydınlanmış insanlar vesilesiyle geçmişi, günümüzü, hâlimizi, nefsimizi, kendimizi çok daha berrak görebiliyor, hak ve hakikati daha güzel şekilde seçebiliyoruz. Bu aydınlıktan ve nurdan nasiptâr olamamak, insanları bâtıla ve hak suretindeki sapkınlıklara doğru sürüklüyor. Bu asırda ve her zamanda hakikat erlerinin ışığına ne kadar ihtiyaç duyduğumuz ortadadır.
Son yüz elli yıldır hep doğruyu kâim kılmak, hizmet etmek niyetiyle orta yere çıkılıp ümmeti birbirine kırdırmadılar mı? Bu millette ilk önce aşk ve hikmet elden gitti, geriye kuru malumat kaldı. Bu bilgi, sevgisiz, saygısız ve hatta seviyesizdi. Bildikleri şeyin seviyesi olabilir fakat kişi seviyesizse ne olabilir? Bu hikmetten kalbî derinlikten mahrum olan kişiler Sultan II. Abdülhamid zamanında “Şerîat isterüz” diyerek koca padişahın başını yediler. Osmanlı birçok cephede “Din elden gidiyor” diyerek sözüm ona davayı kurtarmaya çalışan fakat aslında kâfirlerin oyuncağı ve kuklası olan güruhlar tarafından kan kaybetmek ve koca devletin elden gitmesine seyirci kalmak mecburiyetinde kaldı.
ALLAH (CC) YOLU İSTİSMAR EDİLDİ
Ezanı, Kur’an’ı kaldıranlar, “Dini ihya ediyoruz” kisvesiyle bunu yaptılar. Yozlaşmış olan gelenek ve örfü bahane bilerek geçmişteki mübarek ve muhterem birikimleri bir kalemde atıp kâfirden daha büyük ihanet içinde bulundular. Yetmedi, senelerce bu millet din ve dindarlık kullanılarak birçok hizip ve güruhun çekişmeleri arasında gençliğini, birikimini, mukaddesatını kaybetti, Allah (CC) yolu istismar edildi.
Müslüman Müslüman’ı kırdı, aldattı. Dünya, makam ve mevkileriyle mü’minlerin gözünü bağladılar. “Mal mülk kazanmamız lâzım, çok kuvvetli olmamız icap ediyor yoksa başka türlü muvaffak olamayız” sloganlarıyla yola çıktılar ama sonra kendileri de hevâ heveslerinin kurbanı oldular.
Takva ile tanışanlarımız da ilk cihat uygulamalarını Müslümanlar üzerinde yapmayı tercih etti. Daha yüzlerce sayabileceğimiz karışık, karmaşık ilişkiler, hilkat garibesi şahsiyetler... Bunların hepsi, nefis terbiyesinden, ruhî ve kalbî derinlikten uzak insanların yaptığı işlerdi. Allah (CC) bizleri bu kimselerden olmaktan muhafaza eylesin.
Yâ Rabb’i! Hakkı hak olarak görüp hakka tâbi olmakla bizi nasiplendir. Yâ Rabb’i! Bâtılı yani senin katında hiçbir değeri olmayan şeyleri de değersiz ve bâtıl olarak görüp ondan uzak durmaya bizi muvaffak eyle. Dualarımızı lûtfen ve keremen kabul eyle. Âmin
Allah’a (CC) emanet olunuz.
MESNEVİ'DEN
BİR bakkalın çok sevdiği bir papağanı vardı. Rengi ve konuşması çok güzel olan bu papağan dükkâna gelenleri eğlendirir, bakkal yokken de dükkânda bekçilik yapardı. Yine böyle bir gün papağan dükkânda beklerken bir kedi kovaladığı fareyi yakalamak için dükkâna girdi. Kediyi gören papağan korktu ve kaçarken dükkândaki gül yağı şişelerini devirdi.
Evinden dönen bakkal gül yağı şişelerinin döküldüğünü görünce papağana kızdı. Ona vurup kafasındaki tüylerin dökülmesine neden oldu. Bunun üzerine papağan konuşmaktan kesildi. Bu olayın üzüntüsüyle bakkal da papağan da perişan oldu.
3 gün sonra dükkânın önünden saçları ve kaşları dibinden tıraş edilmiş cascavlak bir derviş geçti. Papağan o dervişi görünce dile geldi: “Ey arkadaş! Senin niye başın kel? Yoksa benim gibi sen de gül yağı şişesini mi devirdin?”
İnsanlar da bu papağan gibi kıyaslar yaparlar. Hele bazıları kendilerini Allah (CC) dostları ile kıyaslarlar. Her saçı dökülen gül yağı şişesini devirdiğinden bu hâlde olmadığı gibi her kulun başına gelen de aynı sebepten değildir.