Efendimiz'e (SAS), nefsin hilelerini sorarlardı...
KIYMETLİ dostlar! Çeşitli zamanlar, durumlar vesilesiyle aklımıza türlü türlü sorular gelir, tanıdığımız, güvendiğimiz birisine yeri geldiğinde bu soruları yöneltiriz. Peki acaba düşündük mü “Ashab-ı Kiram; Efendimiz’e (SAS) neleri sorardı?”
Ashâb-ı Kirâm hazerâtı mesela Resûl-i Ekrem’den (SAS) insanı bitiren nefsin hilelerine dair mâlumat isterlerdi. “Nefis, ibadetlere ve rûhî ihlaslara ne gibi fasit ve gizli garazlar karıştırır?” diye sorarlardı.
Tabii ki ibadetin şeklini, nasıl yapılacağını, faziletlerinin neler olduğunu da sorarlardı. Bunlar muhakkak sorulmuştur ve birçoğunu Efendimiz (SAS) zaten işaret buyurmuşlardır. Fakat Sahâbe-i Kirâm çoğunlukla Resûl-i Ekrem Efendimiz’den (SAS) “İbadetlere nefsâniyeti karıştırmadan nasıl yaparız? Şeytanın hileleri nedir? Neler bizi cehennem ateşine götürür? Neler bizi kulluktan düşürür? Neler bizim ibadet taatimizi, abdiyetimizi, kulluğumuzu sakatlar?” gibi soruları sorarlardı.
Hakikatlerden uzaklaştırabilecek fiilleri öğrenmek, kalbi çürük, fesat olanların ivazına, ifsadına müsaade etmemek için lazım olan uyanıklığı, uyanık kalma halini Sahâbe-i Kirâm hazerâtı Efendimiz’e (SAS) soruyorlardı. Yani Sahabe-i Güzin, Efendimiz’in (SAS) o nurlu arkadaşları, o seçkin insanlar bu yolda yürümenin âdâbını bildikleri gibi yoldan düşme tehlikelerini de Efendimiz’den (SAS) öğrenerek ciddiyetle meselelerine sarılmak ve ihlaslı olmak, ihlassız fiillerden hatta ihlassızlık alametlerinden de uzaklaşmak için Efendimiz’den sorarlardı.
Hep özeniriz ya ashab gibi olabilmek, asr-ı saadet gibi İslâm’ı yaşayabilmek diye. İşte o özendiğiniz Müslümanlar bu hususta da çok dikkat ederlerdi. Efendimiz’e (SAS) “Biz şu kadar namaz kılarsak ne kazanırız, kaç sevap kazanırız?” gibi suallerle gelmezlerdi. “Zâhirî ayıplara dair mâlumat ver” diyerek niyazda bulunurlardı. “Edepsiz olmayalım, huzurdan düşmeyelim, neye dikkat edelim ya Resulallah?” şeklindeki soruları daha çoktu. Böylelikle bizler de kulluğun ve kul olmanın gerçekten önemli ve ciddi bir mesele olduğunu Sahabe-i Kirâm’ın bu tavrından anlamış oluyoruz.
FERASET, İMAN ALAMETİDİR
İslam ve imânın alameti, daha doğrusu imanın kalpte yerleşmiş olduğunun alameti “Buğzun lillah hubbun lillah” yani Allah (CC) için sevmek ama aynı zamanda Allah (CC) için de buğzetmek ve uyanık olmaktır.
Birisi için “Aman hiç içinde kötülük yok” dendiğini duymuşsunuzdur. Kişinin içinde kötülük olmayabilir. Fakat bir yerden kendisine kötülük aktarılmak istendiğinde de uyanık olması icâp eder. Bakın uyanık olmaya, bakışındaki keskinliğe, bir insanın dinî hususundaki kendisini aldatanlara veya bir mü’minin aldanmak üzereyken bundan korunabilecek nazar sahibi oluşuna “ferâset, firâset” deniyor.
Bu firâset imanın bir alametidir. Çünkü mü’minde olur feraset. Eğer bir mü’min hem kendisini bir mü’min olarak kabul ediyor, bu vasfı alıyor da dinî sahada aldatılıyor ise; -aldatmayı konuşmuyorum, aldatan zaten kâfir, zaten zalim, hain, alçak, onun bir sürü ismi vardır- mü’min olan kişi aldanıyorsa onun bu firâset eksikliği imânî eksikliğinden, imânın kalbinde yerleşmemiş olduğundandır.
İMÂN SADECE HER ŞEYE KARŞI SEVGİ DOLU OLMAK DEĞİLDİR
İman; sevgisiz olan kalpleri de hissedip onlara karşı da gardını kaldırabilecek, donanımlı olabilecek, kendini muhafaza edebilecek bir uyanıklıktır. Fetih Suresi’nin son ayetinde mü’minlerin vasıfları anlatılırken mealen, “Mü’min kardeşlerine karşı çok merhametli ve bu kardeşliği asla kabullenmeyecek, bu merhameti bir çöküş, bu merhameti fazladan bir şeymiş gibi gören, bu merhamete bile tahammül edemeyen insanlara karşı, muhabbet ve merhameti muhafaza etmek üzere çok şedittirler, onlara karşı da kale gibi dururlar” buyurulmuştur. Mü’minler tasallutlara, kandırmalara, fitnelere, fesatlara karşı çok katı, çok sert duruşlarını, asla eğilip bükülmeyecek tavırlarını ortaya koyarlar. Mü’minin; imânın alameti olarak bu uyanıklıkta bulunması lazım.
Bakınız bazı toplumlar türlü türlü oyunlarla, “Müslümanım” diyen kimselerce kandırılmışlardır. Osmanlı’yı kâfir gibi gösterenden tutun da birçok sahada din adına hareket yapılıyormuş gibi gösterilerek, mesela bir Sultan Abdülhamid Han’ı indirme planları yapılmıştır. Abdülhamid Han ki Resulullah âşığı bir zâttır. Bu zâtı bile, “Biz dindarlık isteriz, şeriat isteriz” diyerek indirmek isteyenler olmuştur.
Bu nevi hallerden beri olmak için feraset çok mühimdir. Adam bir şey söylüyor ama niçin söylüyor bir baksana. Adam ayet, hadis okuyabilir adam Hakk’ı istiyormuş gibi görünebilir. “Şöyle hakkınızı alın, böyle edin” diyebilir. Uyanık olmak gerekir.
Müminde ferâset olur. Hem Müslüman’sın, hem mü’minsin, nasıl böyle bir yalana inanıyorsun? İman ile bu şekilde aldanmak asla birbirini tutmaz. “Aman efendim çok hoşgörülüyüz biz, hiç kimse hakkında kötü düşünmüyoruz” diyenler olabilir. Kardeşim! Kötü düşünmeyeceğin kişi hakkında tabii ki kötü düşünmeyeceksin. O imânın alameti ama kötülük yaparak, kötülük düşünen bir insanı da fark edip onun kötülüklerine karşı her zaman en kötü planın üzerinde oynanabildiğini de düşüneceksin.
Nereden kaynaklanacak hem de bu, kuvvetini nereden alacaksın, bu görüşteki tefrik edebilme kabiliyetini ne sana verebilecek? İmân verecek! İmânın verecek. Eğer veremiyorsa... “O zaman da imânında eksiklik var” diyor büyükler.
KISSA
KUŞLUK vaktinde, bir adam koşarak Hazret-i Süleyman’ın (AS) sarayına sığındı. Beti benzi atmış, iki dudağı mosmor olmuştu. Hazret-i Süleyman (AS) adama sordu:
“Ey Efendi! Sana ne oldu?”
Adam cevap verdi:
“Azrail’i gördüm. Bana öyle öfkeli, öyle kin dolu baktı ki korkudan kaçıp sana sığınmaya mecbur oldum.”
Hazret-i Süleyman (AS) adamın ne istediğini sorunca, adam “Ey Nebî! Rüzgâra emret de beni Hindistan’a götürsün. Böylece Azrail’den kaçarım ve canımı kurtarmış olurum” dedi.
Hazret-i Süleyman (AS) rüzgâra emretti ve o adam deniz üstünden Hindistan’ın iç taraflarında bir yere kadar götürüldü. Ertesi gün Azrail, Hazret-i Süleyman’ın (AS) kurduğu meclise geldi. Hazret-i Süleyman (AS) Azrail’e dönüp, “Senin korkundan bana gelip sığınan o Müslüman’a neden öfkeli ve kin dolu baktın da adam kaçtı?” diye sordu.
Azrail cevap verdi:
“Ben ona öfkeyle bakmadım, sadece yolda onunla karşılaşınca şaşırdım. Çünkü Allah Teâlâ bana onun canını bugün Hindistan’da almamı emretmişti. Ben bu adamı bambaşka bir yerde görünce çokça şaşırdım ve adama uzun süre bakakaldım.”
Ey bu dünya heveslerine kapılan kişi! Kendinden ve kaderinden kaçabileceğini mi zannediyorsun? Artık gözünü aç da gerçeği görmeye bak!
Kaynak: Mesnevi
SORDUM ÖĞRENDİM
- Aklımızdan geçen düşüncelerden hesaba çekilecek miyiz?
İnsan, aklına getirdiği kötü düşüncelerden hesaba çekilmez. Ancak aklındaki düşünceyi fiile dökerse günaha girmiş olur. Kâmil bir mü’minin düşüncelerini dahi temiz tutması tavsiye edilmiştir.
- Sadaka kaderi değiştirir mi?
Sadaka ve duâ bazı belaları ve musibetleri defeder ancak bu da kaderin içindedir.
- Yeni alınan bir şey için kurban kesilebilir mi?
Her nimete, başarıya vb. şeylere şükür niyetiyle kurban kesilebilir.
- Bahse girmek doğru mudur?
Karşılıklı bahse girip, birinin kazanıp birinin kaybedeceği anlaşma kumara girer. Tek taraflı olursa, yani “Şu işi yaparsan sana şunu alacağım” denirse câizdir.
AYET-İ KERİME
“ELİF. Lâm. Mîm. Hayy ve kayyûm olan Allah’tan başka ilâh yoktur. (Resûlüm!) O, sana kitabı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş; daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil’i indirmişti. Furkan’ı da indirdi. Bilinmeli ki, Allah’ın (CC) âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah (CC) suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir. Şüphesiz ki ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah’a (CC) gizli kalmaz. Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur (CC). O’ndan (CC) başka ilâh yoktur. O (CC) mutlak güç ve hikmet sahibidir.”
(Âl-i İmrân 1-6)
HADİS-İ ŞERİFLER
“SİZDEN biri, beni, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş sayılmaz.”
(Buhârî, Müslim, Nesâî)
“SİZDEN biri, kendi için istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçek imâna eremez.”
(Buhârî, Müslim, Nesâî, Tirmizî, İbn Mâce)
“MÜSLÜMAN, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mü’min de, halkın, can ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir.”
(Tirmizî, Nesâî)