Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Okumaya başladığımız bir roman; bize sayfaları arasında karşımıza çıkanların aynısını yaşamış, hissetmiştim duygusu yaşatıyorsa, o roman iyi bir roman demektir.

        Daha ilk sayfalarda kahramanın yerine geçersiniz, yazdığı her satır size hayatınızın bir anını hatırlatır, içinden geçtiği zaman sizi alıp o dönemde ne yaptığınızı merak ettirir; ben de aynı onun gibi hissediyordum, işte benim özlemlerim, işte bu ev benim evime benziyor, ben de bu duygularla okula başlamıştım, ben de böyle bir ayrılık yaşamıştım, bizim ailecek kavuşmamız böyleydi, evden gittiğimde arkamda kalan şey tıpkı onun arkasında kalan şeye benziyor, ben de onun gibi aşık olmuştum, onu terk ettiği gibi terk etmişti sevgilim beni de, ağladığı şey benim ağladığım şeyin aynısı, ben de hayatımın bir döneminde yeni yıla böyle girmiştim, tıpkı onun gibi sevmiştim okul günlerini, aynen onun gibi beklemiştim tatili, onun hasreti ne kadar benziyor hasretime, şiire, müziğe, romana dair fikirlerimiz ne kadar yakın birbirine, bizim evde de böyle oturuluyordu sofraya, babam da böyle ters ters bakıyordu bize, annesinin yüzündeki hüzün ne çok benziyor annemim kederli yüzüne, babam böyle bağırmıştı anneme, ben kardeşimi böyle kıskanmıştım, hasreti benin hasretime, giydiği kıyafet kıyafetime benziyor, bir fotoğrafçı dükkanında ben de böyle oturmuştum tabureye, dışarı çıktığımda bütün şehir aynen böyle bakmıştı bana, ben böyle bakmıştım şehre der ve dört nala çevirirsiniz sayfaları… Kapıldığınız sel sizi bundan sonra hiçbir eserine kayıtsız kalmayacağınız bir yazarın kıyılarına sürükler; artık vazgeçemeyeceğiniz bir yazarınız daha var demektir.

        *

        Kitabın bir yerinde karşınıza, “Ekmeğe saygıda kusur edilmezdi, buğday tanesinin üzerinde Tanrı’nın sureti vardır,” cümlesi çıktığında; yiyecek ekmeğiniz olmadığı için, annenizin at yemliğinden topladığı arpaya bir şeyler daha karıştırarak değirmene götürdüğü, ondan iki avuç un elde ettiği, o undan yaptığı hamuru saçın üzerine iki kara ekmeğe dönüştürüp size verdiği, yediğiniz o sıcak ekmeğin hayatınız boyunca yediğiniz en lezzetli kahvaltı olduğu anı aklınıza getiriyorsa eğer, artık o lezzetli ekmek kadar lezzetli bir kitabın tam ortasındasınız demektir.

        “Buğday tanesinin üzerinde Tanrı’nın sureti” olduğu için olayın geçtiği Fransa’dakiler ekmeğe saygıda kusur etmez, biz ise o saygıyı biraz daha yukarı çeker, bulduğumuz ekmek parçasını öper, alnımıza götürür, yüksekçe bir yere bırakırız. Kuşlar dadanır belki, belki başka bir mahluk nasiplenir… Bunu yazanın bir Hıristiyan, okuyanın senin gibi Müslüman olması, onun bunu Fransa’da yazmış, senin onu Türkiye’de okuman seni ona, onu sana yakınlaştırıyorsa, edebiyatın insanların arasındaki her türlü mesafeyi ortadan kaldıran, hepsini beşer çadırında bir araya getirme gücüne şapka çıkarıp, önünde saygıyla eğilirsiniz.

        *

        Her yüz bir geçmişi taşır. Bazen çocuklarınızı düşünürsünüz. Onların sizden, sizin onlardan ne kadar farklı insanlar olduklarını... Ne olursa olsun tarihi kendinden başlatır insan. Muhayyilesinin ulaşabildiği çocukluk yılları en güzel yıllar, geride bıraktığı gençliği benzersiz, ondan önce yaşayanlar talihsiz, sonra gelecek olanların geleceği belirsiz hissine kapılır, çocuklarınızın kendi çocukluğu olarak anlattığı yılların sizin için ne kadar yakın; kendi çocukluğunuz olarak anlattığınız yılların çocuklarınız için ne kadar uzak oluğunu aklınıza gelir, yine de merkeze kendinizi koymaktan vazgeçemezsiniz. Bu hissiyatın adını ararken, kitabın bir yerinde şöyle bir paragraf çıkar karşınıza:

        “Öleli yarım asır geçmiş dedelerin, ninelerin ve ölmüş anne babaların kafalarının içindeki milyonlarcası gibi, bu görüntüler de yok olup gidecek. Daha biz doğmadan önce göçüp gitmiş insanların ortasında küçük bir kız olarak belirdiğimiz görüntüler, tıpkı çocuklarımızın küçüklük hallerinin hafızamıza anne babamızla ya da sınıf arkadaşlarımızla yan yana olduğu görüntüler gibi. Günün birinde biz de çocuklarımızın yanında, torunların ve henüz doğmamışların arasında belireceğiz. Hafıza da cinsel arzu gibi, hiç durulmuyor. Ölmüşlerle hayattakileri, gerçek varlıklarla hayali olanları, rüya ile hikayeyi iç içe geçiriyor.”

        Bu pasajı okuduğunuzda, zamanı ileri alıp artık bu dünyada olmadığınız bir çağda çocuklarınızın veya torunlarınızın varsa eğer basılı kağıtlara geçmiş aile albümündeki fotoğraflarınıza bakıp, tıpkı sizin kendi anne ve babalarınız veya kendi çocukluğunuzun, gençliğinizin fotoğraflarına bakıp donmuş kareler sizde tam anlamıyla bir katarsis yaratmadığı için, kareye sığmamış anları tıpkı karede belirenler gibi hafızanızda bir fotoğrafa dönüştürmeniz gibi onlar aynı şeyi yapıyorsa ama hemen arkasından artık kimse özel anlarının fotoğraflarını albümlere geçirmiyor, fotoğraf albümleri bizimle birlikte yaşlanır, zamanla tıpkı ömrümüz gibi sarı sepya bir renk alır, oysa bugün dijital aletler kaydettiğimiz binlerce fotoğrafın hiç eksilmeyeceğini, hep kendileri gibi o elektronik hafızalarda aynı renkle kalacağını, biz yok olduktan sonra da onların renklerinden hiçbir şey kaybetmeyeceğini size hissettirip dehşet içinde kalırsınız.

        "Ekranda peş peşe kaydırıp seyrettiğimiz, tarih sırasına göre tasnif edilmiş fotoğrafa ve filmlerimizden -sahneler, manzaralar, insanlar ne kadar çeşitli olursa olsun- tek bir zamanın ışığı yayılıyordu. Başka bir geçmiş biçimiydi kayda geçen, gerçek hatıra oranı düşük, akışkan bir geçmiş. Tek tek durdurup her birinin çekildiği anı, ortamı zihnimizde canlandırmanın mümkün olamayacağı kadar çok görüntü vardı. Onlar üzerinden tasasız ve olduğundan farklı bir varoluş yaşıyorduk. Bıraktığımız izlerin çoğalması zamanın geçtiği hissini bertaraf ediyordu."

        *

        Bazı kitapları yazarın sadece bize yazdığı uzun bir mektup gibi okuruz.

        Oysa artık kimse mektup yazmıyor. Zamanımız yok birbirimize mektup yazmaya. Oysa eskiden, yani birbirimize mektup yazdığımız yıllarda ortalama ömür daha kısaydı. Çalışmaya erken yaşlarda başlıyorduk, tatil diye bir şey bilmiyorduk. Şimdi öyle mi? Çalışmaya biraz daha geç başlıyoruz. Daha erken emekli oluyoruz. Çalışma saatlerimiz kısaldı, tatillerimiz daha da uzadı. Yine de birbirimize mektup yazmaya vakit bulamıyoruz. Oysa çalışma saatlerimizin daha uzun, tatillerimizin daha kısa olduğu, ortalama ömrün kısa, çalışmaya çocuk yaşlarda başladığımız zamanlarda birbirimize uzun, çok uzun mektuplar yazıyorduk.

        “Elden düşme” bir zaman yapıştı yakamıza, hiçbir şeye yetişmiyoruz.

        *

        “Zaman herkesin yüzüne aynı şekilde gülmüyor,” cümlesi benim değil, onundur. Bazılarına daha kıyıcı davranır zaman, bazılarına ise iltimas geçer.

        “Şeylerin bolluğu, fikirlerin kıtlığını ve inançların aşınmasını gizliyordu,” cümlesi inançların aşındığı, fikirlerin mumla arandığı, herkesin kendini alleme sandığı, cehaletin çoktan dizi aştığı bir memlekette “şeylerin bolluğu”nun bizi her geçen gün daha da fakirleştirdiğini düşünüyorum, sizi bilmem. “Zamanın her ânında, insanların yapmayı ya da söylemeyi doğal kabul ettiği şeylerin yanı sıra, düşünülmesi kitaplar ve metrolardaki afişler kadar fıkralarla da tembih edilen şeylerin yanında bir de toplumun bile isteye olmasa da sustuğu şeyler var. Bu suskunluk nasıl adlandıracaklarını bilemedikleri bu şeyleri hissedenleri bir başlarına acı çekmeye mahkûm ediyor,” beni sokakta karşıma çıkanları yüzünde zamanın bizlere ettiklerini okumaya sevk etti. Belki de o sırada, aynı kitabı okumuş başka birisi benim yüzümde arıyordu o sorunun cevabını kim bilir?

        *

        Hiçbir kitapta, bir hayatın bütün anlarını okuyamayız. Yazının başından beri sözünü ettiğim bu sene Nobel Edebiyat Ödülünü almış olan Annie Ernaux’un “Seneler”inde de... Bir hayat eksiksiz anlatılamaz, Proust bile anlatamadı. Sadece seçilmiş anları yazar yazar, biz de onları okuruz.

        “Hafıza tükenmeyen bir şeydi artık, ama zamanın derinliği, kağıdın sararması ve kokusuyla, kenarı kıvrılmış sayfalar ve tanımadığımız bir el tarafından altı çizilmiş bir paragrafla aktarılan hissi yok olmuştu. Sonsuz bir şimdinin içindeydik,” diyor Ernaux “Seneler”de.

        Evet hepimiz elden düşme bir zamandan gıdım gıdım koparıyoruz şimdi. Pençemize düşmüş zamanı, azar azar öldürüyoruz, ama zamanın umurunda değil; biliyor o, hakkımızdan bir tek hayat geliyor!

        Diğer Yazılar