Kafamdaki uğultu
Bugün biraz kişisel bir yazı ile başlamak geldi içimden.
Zira çok basit gibi görünen şeyler benim için bir süredir çok zordu.
Kafamın içindeki uğultuyu susturamıyor, her akşam sanki yatağa erken girsem, iyi bir uyku çeksem ertesi güne o uğultu bitecek gibi geliyor ama ne hayal ettiğim uykuyu çekebiliyordum ne de uğultu bitiyordu.
Günlük sorumluluklar ile fark etmeden bardağı fazla dolduruyoruz ve bir yerden sonra taşmaya başlıyor galiba.
Aylar böyle geçti.
Sonra o uğultu yüzünden kendimi duyamaz hale geldiğimi fark ettim.
Birkaç gün tek başıma kalmamın çare olabileceğini düşündüm.
Ama bir zamanlar kafama esince dünyayı gezen, bir haber ya da röportaj için kıtalar aşan o ‘ben’ şimdi hem burada yayınları hem de çocukları ve bir ailesi olan ‘Ben’ değil ki…
Epey uğraştım 3- 4 gün gündelik koşturmadan uzaklaşabilmek için. Çocukları, derslerini, diğer programlarını, psikolojilerini, yazıları, toplantıları ayarla derken ilk teşebbüsü katılmam gereken bir yayın nedeniyle iptal etmek zorunda kaldım.
Ertesi hafta ailevi bir sorun çıktı gidemedim, daha sonra hava bozdu ve nihayet 3 hafta uğraşın ardından geçtiğimiz hafta sonu öyle uzaklarda değil, Büyükada’da 4 günlüğüne fişi çekmeyi başardım.
Bazen yakın en uzakmış meğer…
Tam da hasret kaldığım sükuneti ve sadeliği buldum 4 gün boyunca.
Akşam 9’da uyudum, sabah 6’da uyandım.
Beni tanıyanlar bilir, oldukça sade yaşayan, mümkün olan her yere yürüyerek giden, alışverişi, rutinin gereklerini kendi kendine yapmaya çalışan ve hiçbir şeyin fazlasından haz etmeyen bir insanım.
Ama yine de doluyor bardak. Maddi, manevi…
4 gün boyunca her sabah orman yürüyüşleri yaptım, kendimi dinledim, nefesimi duydum, tamamen bitkisel şeyler yiyip içtim, ‘az’ın ‘çok’ olduğunu hatırladım ve beni bana yabancılaştıran o ‘uğultu’dan kurtuldum.
Arada tamamen durmamız gerekiyor sevgili okurlar, olduğunuz yerde de olsa durmamız gerekiyor. Bunu siz de kendinize hatırlatın lütfen…