Davutoğlu neden 'tehdit' olarak görülüyor?
Sonunda olan oldu. AK Parti hükümetinde Dışişleri Bakanlığı, milletvekilliği, Başbakanlık yapmış olan Ahmet Davutoğlu, partisi tarafından ihraç istemiyle disiplin kuruluna sevk edildi ve savunması istendi. Davutoğlu da, bu hareketin dününü, dünden önceki gününü, bugünün anlı şanlı siyasetçilerinin kurgusal olmayan hakiki yer sofralarındaki rahle başındaki hallerini, inandıkları ve ‘dava’ dedikleri şeyi hatırlayan makul vicdan sahibi herkesin içini burkan bir konuşma yaparak istifa etti.
İşin ilginci, analizlere bakıyorum: Hem “Parti kurarsa %1 anca” alır diyor hem yerden yere vurmaya devam ediyorlar. %1 bile alamayacağı düşünülen bir profil için bu kadar zahmete girilip ‘nobran’ görüntüsü vermeyi göze almak akıl tutulmasıdır.
Söz konusu ihraç kararını makulleştirmeye çalışanlar arasında öylesine derin şekillerde saçmalayanlar oldu ki, insan aktarmaya utanıyor. İsmini verirsem kendisi adına hicap duyacağım bir avukat bir yayında şunları dedi mesela: “Hiç CHP’li biri çıkıp böyle açık açık partisini ya da liderini eleştiriyor mu?” Sonra şunu da dedi: “Ali Babacan’a bakın, o da istifa etti ama Davutoğlu gibi şeyler yapmadı”.
CHP’de böyle şeyler olmuyor mu, sahi mi?
Yahu siz değil miydiniz CHP kaynadıkça, olağanüstü kongreler toplandıkça, parti başkanının yerine her göz diken genel başkan adayı olmaya kalkıştıkça kıs kıs gülüp CHP’yi başıbozuk parti ilan eden? “Eh size de biraz parti disiplini ve lidere sadakat düsturu lazım” diyen? Muharrem İnce’nin meşhur “Erdoğan çıkmış seni yenmiş de yenmiş, yenmiş de yenmiş ve sen hâlâ başarılıyız diyorsun” konuşmasında hitap ettiği kişi, Kemal Kılıçdaroğlu, yani partinin genel başkanı değil miydi? Ali Babacan’a gelirsek, belli ki esas politik tavrını ‘platformun’ ete kemiğe bürünmesi için verdiği tarihten sonra yapmayı düşünüyor. İki ay önce yazdığım yazıda da belirttiğim gibi, Babacan’ın hareketi AK Parti tabanından oy almak üzerine siyaset ve metot bina edecek gibi görünmüyor. Siyasi kavgaya ve tartışmaya girmeden, sadece projeleri anlatarak ve kuşatıcı bir dil kurarak dahi başarılı olabileceklerini düşündükleri anlaşılıyor. Dolayısıyla bütün bunlar Babacan hareketini AK Parti içindeki politika belirleyenlerin ve belirlenen politikayı sahaya taşıyıp en alt düzeydeki kitlenin yumruk sıkma egzersizi haline getiren trol ‘alt yüklenici’lerinin hedef tahtası olmaktan bir yere kadar koruyor ve koruyacak.
Ama Davutoğlu’nun durumu öyle mi?
Ona vurmak helal sayılıyor, hatta iktidar bloğundan tebrik/davetiye almanın en garantili yolu olarak görülüyor.
Çünkü Davutoğlu’nun yolu Başbakanlık döneminde çıkarmaya çalıştığı ‘şeffaflık yasası’ dahil, AK Parti’yi olduğu gibi kabullenmek üzerinden değil ‘olması gerektiği, layık olduğu’ yere konumlandırma hedefi üzerinden şekillendi hep. Davutoğlu, kendisine 7/24 küfredilen dönemde bile parti tabanına hitap etmekten hiç vazgeçmedi ve görünen o ki ‘AK Parti’yi özgün kılan değerler ve o değerler için ter döken kitleler’den vazgeçmeyecek. Bu da onu ‘tehlikeli’ yapıyor. İstifa temalı basın toplantısını televizyon kanallarının %80’inde izleyememeniz bu yüzden.
HAK ETTİ Mİ DİYECEĞİZ?
İhraç talebini içeren tebligatta yer alan gerekçelerin çoğu “Sen de artık çok oldun” iç sesine göre oluşturulmuştu.
Doğru, her şey yolunda giderken böyle çıkışlar yapılsa “Bu ne rezalet” denilebilirdi. Ama yolunda gitmiyor. “Yolunda gitsin, trenden inenleri binenleri bırakın da raylar bitti, tren uçuruma gidiyor, tutun da düşmeyelim” diye edilen kelamı züppelik olarak görmek, uçuruma giden trende “Neden armut aromalı malt içeceği yok?” kavgası çıkarmaya benziyor.
“Hoca da hak etti” diyenler korosunda gece gündüz ‘normalleşme’ isteyenlerin olması da tuhaf. Aynı kişilerin aynı zamanda AK Parti saflarına dönüp “Aranızda bir tane adam da mı yok? Nedir bu? Siz nasıl kişilersiniz ki ölesiye korkup susuyorsunuz?” diye ahkam kesmişliği de var.
Davutoğlu’nun arkasından olabilecek en rezil lafları edenlerin resmen sokaktan, futbol sahasından filan toplanmış ‘vekiller’ olması bile AK Parti’de bir şeylerin çok fena bozulduğunun göstergesi.
NE OLMUŞTU?
Hatırlayalım:
Başbakanlıktan, şimdi AK Parti’de olmaktan pek mutsuz olduğunu duyduğumuz profillerin topladığı imzalarla indirildi. İsimsiz cisimsiz bir bildiriyle de bu parti içi hükümet darbesine kamuoyu nezdinde meşruiyet yaratılmaya çalışıldı. Davutoğlu aday olmadı, partisini terk etmedi. “Nifak, fesat, şahsi hırs işimiz değil, karara saygı duyarız” deyip kenara çekildi ve bu yüzden de çok eleştirildi. Erdoğan’la siyasi bir kavgaya tutuşma gibi algılanabilecek tavırlardan epey bir süre uzak durmaya çalıştı. Kitaplarını yazdı. Konferanslara katıldı, bazen katılamadı; yukarıdan gelen talimatlar nedeniyle son anda çıkan ‘salon yok’ gerekçeleri ile engellendi. Büyütmedi. Çünkü bu ülke adına parti içinde ya da parti dışında, siyasi ya da sosyal herhangi bir olumlu adımın AK Parti’ye oy verenlerden vazgeçilerek yapılamayacağına inanıyor. AK Parti’ye oy verenlere sırtını dönme anlamına gelmesin diye, çok tartışılan ve eleştirilmesine sebep olan 16 Nisan referandumu gibi hayati bir kırılma noktasında bile AK Parti’nin yanında durma ‘tercihi’nin arkasında da bu var. Sonradan anlattıklarından anlıyoruz ki, en az iki kez eleştirilerini dosyalayıp ilgili makamın kapısını çalmış, doğru gitmeyen konuları paylaşmış, özellikle sistem değişikliği ile ilgili eleştirilerini sıralamış. Dikkate alınmayınca AK Parti yönetiminin haksızlıkları ve kendi topuğuna sıkmaları da bitmek bilmeyince sonunda çıktı bunları kamuoyu ile de paylaştı.
AK Parti’de görevli ve yetkili olanlar, teşkilatlar, taban dahil manifestonun tek maddesine ‘yanlış tespit’ diyemedi. Sonra ihracı gerektirecek bir suç olduğuna ikna oldular.
Manifestoya sadece tek bir dikkate değer eleştiri geldi: “Özeleştiri de vermeniz gerekmez mi? Siz Başbakan iken yaptığınız yanlışlar ne olacak?”
Öyle ya, sonuçta bugüne bugün biraz da aleyhindeki ‘pelikan bildirisi’nin yaptığı algı çalışması ve 15 Temmuz sonrasında iktidarın yeni gizli ortağı haline gelen ulusalcı-kemalist anlayışın içine sürüklendiği ‘Esadcılık’ nedeniyle, Suriye’deki olumsuz olaylarla Davutoğlu arasında yekten bir bağ kuruluyor ve bu bağ Davutoğlu’nun kamuoyundaki algısını belirliyor. Bana göre de, ‘manifesto’yu takip eden günlerde bir de ‘özeleştiri’ metni yayınlamalıydı. Bu özeleştiri metninde konu sadece ‘Suriye’ ile sınırlı kalmamalı, “Neden Erdoğan’la yürütemediniz, neden daha fazla fedakarlık etmediniz, neden sizin için ‘O dinlemez, sadece konuşmayı sever’ diyorlar. Erdoğan’ın imkanlarına sahip olsaydınız bazı şeyleri daha farklı yapacağınızın garantisi var mı?” gibi soruların cevapları da olmalıydı. Ama geçtiğimiz birkaç aylık zaman zarfında bu sorular ya cevaplandı ya da devede kulak kaldı.
Zira, an itibarıyla ortada kendi partisinin hükümetinde başbakanlık yapmış birini -o her kim olursa olsun- partinin web sitesinden çıkaran, görev yaptığı dönemi hokus pokusla yok eden, 2016’dan beri çoluğa çocuğa linç ettiren, Gezi olaylarında boğazından bıçaklanmış Konya Milletvekili Abdullah Başçı’yı bile sırf Davutoğlu’na muhabbet duyuyor diye ihraç ettiren, medyanın %80’ini bu kişinin istifa toplantısını yayınlayamayacak hale getiren bir akıl var.
‘HESAP VEREBİLEN SİYASETÇİ’ PROFİLİ
İkincisi, bundan birkaç ay önce kendisine yakıştırılan ‘kibirli’, ‘karşısındakini dinlemez’, ‘her zaman kendisinin doğru olduğunu düşünür’ ithamlarının sahiplerini epey şaşırtan bir yayına çıktı Davutoğlu.
Yavuz Oğhan’ın Youtube’dan yayın yapan kanalına.
İsmail Saymaz, Yavuz Oğhan ve Akif Beki ile yaptığı ve özellikle İsmail Saymaz’ın Suriye konusunda Ahmet Davutoğlu’nu epey fena sıkıştırdığı yayından bahsediyorum. “Davutoğlu’na selam verene ekmek vermeyin” mantığı orada da işledi. Nitekim, bu üç gazeteci, yaptığı medya faaliyetinin ancak Putin kadar demokrat olabileceğini göstermiş olan sputnik.com'a bağlı radyodaki işlerinden kovuldular. Yayında ortaya çıkan manzara şuydu: Davutoğlu her soruya cevap vermeye çalıştı, hoşuna gitmeyen sorular da oldu yüzünü asmadan yanıtladı ve ‘hesap verebilir’ bir siyasetçi profili ortaya koydu.
GEÇ Mİ KALDI YOKSA ZAMANI MIYDI?
Üçüncüsü ve en önemlisi hiçbir hakaret, tahkir edici durum içermeyen eleştiri ve tespitlerini ‘suç’ olarak gören bir parti yönetimiyle sahiden ‘olmazmış’.
Bunu gören görüyordu ama kötü haber şu ki, AK Parti tabanı da gördü.
Bu görüş açısı AK Parti tabanında, son aylarda yaşananların da tesiriyle giderek artan “Parti yönetiminin ‘vesayet’ altında olduğu, muhasebeyi ve muhakemeyi bıraktığı algısını daha da kuvvetlendirirse şaşırmamak lazım. Bu cümleyi, AK Parti’nin son bir yılda 1 milyon üye kaybettiği verisiyle beraber okumak gerekir.
İnsanlar 2016’da Davutoğlu’na “Reisi yalnız bırakmayın” diye sesleniyordu. Bu tablo peyderpey değişti. Önce “Uyarın, gerçekleri anlatın” oldu, daha sonra da “Ne olacak bu partinin hali? AK Parti kendisini böyle bitirirse, biz nereye gideceğiz?” sorusuna dönüştü. Davutoğlu da aslında 16 Nisan’da içine pek de sinmeyen anayasa değişikliği sırasında yol ayrımı kararı vermeyerek ilk talebi, manifesto ile ikinci talebi karşılamış, istifa ve yeni parti ilanı ile üçüncü soruya yanıt vermiş oldu. Bu tutumları kendisinin, entelektüellerin ya da siyaset elitlerinin kafasındaki zamanlamaya göre değil, tabanın zamanlamasına göre gerçekleştirdi. Yani, muhtemeldir ki, sık sık ‘siyaset bilmiyor’, ‘naif adam’, ‘geç kaldı’ diye de eleştirilen Davutoğlu’nun işi bu kadar ağırdan almasının bir nedeni buydu. “İçerde kalmak istedim, uyardım, müdahale ettim ama görüyorsunuz, olmuyor” sürecini tabana göstermek. Eğer bu doğruysa, şunu demek gerekir: Siyaseti öğrenmiş.