İhanet sonrası dış politika
15 Temmuz’dan önceki Türkiye, dıştan kaynaklanan terör saldırılarıyla sarsılıyordu. Yeni kurulan hükümetin attığı adımların tamamı da doğal olarak dış politikaya yönelikti. İsrail’le normalleşme mutabakatının imzalanması, Rusya’dan uçak düşürme hadisesi nedeniyle özür dilenmesi birer gün arayla gerçekleşmişti. Yine aynı hafta içinde Ortadoğu’da sorunlu olduğumuz Mısır ve Suriye gibi rejimlerle de çok hızlı şekilde tansiyon düşürücü kanalların açıldığı haberleri gelmişti.
Bu sütunu takip edenler hatırlayacaktır, dış politikada ardı ardına baş döndürücü bir hızla yapılan tüm bu manevraları, “Türkiye gemisinin yaklaşmakta olan büyük fırtınaya hazırlığı” olarak yorumlamıştım.
Şimdi öyle anlaşılıyor ki, yaklaştığını tahmin ettiğimiz büyük fırtına 15 Temmuz gecesi tanık olduğumuz FETÖ maskeli GLADYO’nun hain darbe planıymış. Gelişmeleri bu çerçeveden okuyunca taşların yerine oturması da kolaylaşıyor. Türkiye denize düşmüş, yani müttefik bildiklerinin ihanetinden şüphelenmiş ve yılana sarılma pahasına da olsa yaklaşan fırtınanın yaratacağı tahribatı minimize etmeye çalışıyordu.
Nitekim darbenin kritik ilk üç saatinde ABD ve Avrupa Birliği’nden darbeye yüksek sesle karşı çıkılmamış olması da Türkiye demokrasisinin büyük ihanetle karşı karşıya kaldığı yönündeki şüpheleri güçlendiriyor. Bakan Süleyman Soylu yok yere ABD’yi darbenin arkasında olmakla suçlamıyor. Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Mogherini’nin darbe girişiminden 2-3 saat sonra verdiği cılız tepkiyi saymazsak hiçbir Batılı liderin Türkiye’de demokrasinin ipe götürüldüğü sırada sesini yükseltmediğini gördük, üzüldük ve bu ikiyüzlülük karşısında doğal olarak da öfkelendik.
Darbeye karşı verilmesi beklenen kritik önemdeki dış tepkilerin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın cuntacı katillerin kendisini Marmaris’te öldürmeye yönelik saldırısından kurtulmasının ardından gelmesi önemle not alınmalı ve bunun üzerine dikkatle gidilmeli. Sadece AB ve ABD cihetinden değil, Türkiye içinden gelen tepkilerin samimiyetinin de darbe gecesindeki bu kritik dönemeç ışığında değerlendirilmesi hayati önem taşıyor. Cuntacı askerler Marmaris’te hain emellerine ulaşmış olsaydı, toplumda yaşanacak görülmemiş infialin nasıl bir senaryoyla ve hangi oyuncularla kontrol altına alınmasının planlandığı muhakkak ortaya çıkarılmalı. Zira bu nokta aydınlatılmaya muhtaç tehlikeli karanlık olarak Türkiye’nin önünde durmaya devam ediyor.
Meselenin bundan sonra Türkiye’nin dış politikası bağlamında yepyeni bir bakış açısını elzem kıldığı da aşikâr. Batı’yla tesis edilmiş köklü ittifakların 15 Temmuz sonrası hangi yöne evrileceği elbette ki zaman içinde netlik kazanacak. Ancak şurası kesin ki; Türkiye’yi petrol yatağı Ortadoğu’nun, “büyük düşman” Rusya’nın veya IŞİD’in sınırındaki bir sömürge karakolu olarak gören zihniyetle aynı şekilde yola devam edilemez. Bu ittifak devam edecekse artık sadece Türkiye’nin saygın, bağımsız bir partner olarak görüldüğü bir eksene oturması gerekiyor.
Ankara, şimdilik bu ittifakın gereği olarak ABD’den FETÖ Lideri Fethullah Gülen’in iadesini talep ediyor. Kuvvetle muhtemel Gülen’in iadesi Ankara tarafından kurulabilecek samimi bir ittifakın ilk koşulu olarak düşünülüyor. Zira Gülen’in iadesi sembolik olmaktan bir anlam ifade etmiyor. Burada esas mesele, Batı kurumlarıyla yeniden güvene dayalı bir ilişkinin kurulmasıysa, evvela birçok NATO ülkesinde yürürlükten kaldırılan GLADYO’nun artık Türkiye’de de tasfiye edilmesi gerekiyor. Mesele demokrasinin korunmasıysa, bu ülkede gözünü bile kırpmadan tankların önüne yatmış bu milletten büyük bir gücün olamayacağının zaten anlaşılmış olduğunu tahmin ediyorum. Batı’nın Türkiye’yi kaybetmemesinin yolu da bu pirüpak hakikati idrak edebilmesinden geçiyor.