Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Fransa Cumhurbaşkanı Macron Akdeniz ülkeleri zirvesinden hemen önce “Türkiye'nin Akdeniz bölgesinde artık bir müttefik olmadığını ve herkesin ortak tavır alması gerektiğini”söylediğinde eski Cumhurbaşkanları Sarkozy’nin sırf Türkiye AB’ye üye olmasın diye hayata geçirmeye çalıştığı Akdeniz Birliği teklifini hatırladım. 2007’de Sarkozy’e göre “Akdeniz Birliği Fas'tan Türkiye'ye değin” uzanmalıydı. Çünkü Türkiye'nin AB’ye girebilmesi mümkün değildi. O sıralar çok seslendirilen “imtiyazlı ortaklık” Fransa açısından ancak böyle kabul görüyordu. Almanya Başbakanı Merkel ise bu projenin AB’nin dağılması anlamına geleceğini vurguluyordu. Türkiye Akdeniz'de işbirliğinin güçlendirilmesini etkin bir şekilde desteklese de bunun AB’ye tam üyelik konusunda bir alternatif olamayacağını ifade ediyordu.

        Türkiye açısından maalesef gerçek buydu!

        AB’ye tam üyelik Almanya, Fransa, İtalya ve hatta ayrılmış olsa da İngiltere açısından zaten kırılgan olan dengeleri değiştiren bir durumdu. 83 milyonluk Türkiye bu ülkeler kadar söz sahibi olabilecek ve diğer ülkelerin işbirliğini kaçınılmaz kılacaktı.

        Türkiye’nin AB ile müzakerelerde ileri yönde adımlar attığı yıllarda bile en iyimser yaklaşım “uzun vadede düşünülebilecek bir üyelik” yönündeydi. Söz konusu süreç, demokrasi ve hukuk adına kimi olumlu adımların atılmasına vesile olsa da fotoğraf değişmemişti. Sarkozy’nin ardından Cumhurbaşkanı olan Hollande’nin “AB dış sınırlarının Yunanistan tarafından korunacağını” ifade etmesi tesadüf değildi.

        REKLAM

        Birkaç gün önce Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu “AB’nin sınırları Yunanistan’dan başlıyor deniyor. Hayır. AB’nin sınırları Türkiye’den başlar. Bunu sığınmacı kriziyle açıkça gördük.” diyerek buna atıfta bulunmuş oldu.

        Görünen o ki geçmişte kimi zaman iyimser yaklaşımlar öne çıksa da AB’nin öncü ülkeleri bu temel dirençlerinden vazgeçmediler. Türkiye’yi yönetenlerin ise süreci doğru okudukları söylenemez. Örneğin Annan Planı uğruna KKTC ‘de olanlar, merhum Rauf Denktaş’a yönelik ithamlar…Tüm bunlara rağmen AB üyeliğine kabul edilenler Rumlar oldu. Doğu Akdeniz gerginliğinde bu direncin bir yansıması olarak Avrupa Birliği Konseyi Başkanı Charles Michel’in“Türkiye'ye 'havuç-sopa' yöntemine başvuracağız.” şeklindeki sözleri iklimin nereye doğru evrildiğinin bir işareti.

        Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un son hamleleri esasında Sarkozy’den devralınan bir yönelimin de işaretleri…Fransa’nın bu yolla 3 temel konuda kazançlı çıkabilme arayışında olduğu görülüyor: (1) Akdeniz’de liderlik rolü ve enerji, (2) Mülteci tehdidi ve (3) Türkiye’nin bölgede etkinleşmesinin önlenmesi.

        Yunanistan’ın durumu, Fransa için konularda sadece bir araçsallıktan ibaret. Libya, Kıbrıs, Lübnan ve hatta Irak’taki enerji kaynakları büyük önem taşıyor. Libya, Afrika'nın en büyük petrol rezervine ve beşinci en büyük doğal gaz rezervine sahip. Fransız enerji şirketi Total’in yaklaşık 70 yıldır burada konuşlanması boşuna değil. Yine aynı firma Irak'ta iki petrol sahasında ciddi hisselerle bir konsorsiyumda yer alıyor. Girit açıklarındaki gaz arama çalışmalarının iki büyük ortağından biri de bu firma…

        Gelinen aşamada Türkiye Fransa’nın bu hamleleri karşısında iki önemli dış politika söylemini yoğun olarak seslendirebilir. Birincisi, Fransa Akdeniz birliğinin motor gücü olarak inşa etmek istediği modelle adeta AB’nin sonunu hazırlamaktadır. İkincisi Türkiye’nin dış sınırların dışına atılması hedefi AB ve NATO’nun bölgedeki güvenlik hassasiyetleri açısından oldukça sorunludur. Bunun en başında sığınmacılar sorunu gelmektedir. Üstelik artık Rusya Doğu Akdeniz’e konuşlanmaktadır. Bu vaziyet başta Almanya, İtalya ve İspanya’nın çıkarlarıyla örtüşmemektedir.

        İşte şimdi bunları sadece kendi kamuoyumuzda değil o ülkelerde etkin bir şekilde anlatabilmenin gerekli olduğu günlerden geçiyoruz.

        Diğer Yazılar