"Olağanüstü hal" iddiası ve önümüzde duran gerçekler…
Ve son dönemde kulislerle konuşulan, “acaba olur mu?” diyerek sessizce irdelenen olağanüstü hal meselesi Türkiye’nin gündemine girmeyi başardı. Hatırlanırsa, 25 Kasım’da toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda masaya yatırılan konulardan biri de “Ekonomi politikalarının karşılaştığı tehditler” olmuştu.
Japon bankasının raporundan sonra dün tartışmayı sosyal medya üzerinden alevlendiren ise Prof.Dr.İzzet Özgenç oldu…Sıradan bir isim değil. Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) Aslî Üyesi ve Cumhurbaşkanıyla görüşebildiği bilinen birisi.
Ceza hukukçusu Özgenç daha sonra attığı tweette görüşünün sadece kendisini bağladığını ve gidişat ile ilgili kaygıları sebebiyle olduğunu belirtse de tartışma bir defa gündemin odağına yerleşmiş oldu.
Hükümetten henüz bir açıklama gelmedi… Ancak tartışma madem açıldı ben de bu husustaki kaygılarımı paylaşmak istiyorum.
Üniversitede bitirme tezim Olağanüstü Hal Yönetimleriydi. Oldukça istisnai durumlarda ve özellikle terörle mücadele bahsinde gündemimize girdiği için dikkatimi çekmiş ve bu konuyu seçmiştim.
Nitekim 1982 Anayasasının ardından, 25 Ekim 1983'te yasalaşan OHAL kanunu, AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılında kadar 46 kez uzatılarak doğu ve güneydoğu illerinde uygulandı. 2002 Kasım ayında son olarak Diyarbakır ve Şırnak’ta uygulanan olağanüstü hal kaldırıldı. 15 Temmuz’un hemen sonrasında 21 Temmuz 2016 tarihinde ilan edilen ve 3 ay aralıklarla 7 kez uzatılan olağanüstü hal ise 19 Temmuz 2018’de sona ermişti.
Olağanüstü hal bir anlamda yürürlükteki anayasanın yine anayasal bir biçimde askıya alınması halidir. Dolayısıyla bu ihtimalin konuşulması bile ekonominin doğal sistemine ve akışına olumsuz bir etki yapar. Kamuoyunu yönlendirebilen Sorumluluk sahibi insanların böyle ihtimalleri ulu orta konuşması bizatihi olağanüstüdür!
Diğer yandan olağanüstü hal uygulamalarına devlet aklı açısından iki temel düzlemde bakmak gerek. Birincisi Carl Schmitt’in ifadesiyle “egemen” olanın kim olduğunun ortaya konulmasıdır. İktidarlar genellikle buradan muktedir bir güç olduğunu hatırlatır. İkincisi ulusun homojenleşmesi hedefine yönelen ortak düşman algısının varlığıdır. Bu algı “Ortak düşmana ya da dış tehdide karşı birlikte mücadele verilmelidir.” yaklaşımında kendisini bulur.
O halde şu soru önemlidir. Olağanüstü hal ilanını zorunlu kılan “ağır ekonomik bunalım”, işbaşındaki hükümetin uyguladığı politikalarla mı bu noktaya gelmiştir yoksa gerçekten büyük ölçüde dış ve iç tehditlerle mi şekillenmiştir?
Yukarıdaki soruyla bağlantılı diğer bir husus Giorgio Agamben’in “İstisna Hali” adlı eserindedir. “Olağanüstü hal yetkilerini anayasa için güvence altına alabilecek hiçbir kurumsal koruma yoktur. Yalnızca halkın desteği, yani bu yetkilerin doğru bir amaçla kullanıldığını doğrulama kararlılığı bunu sağlayabilir” demektedir.
Bir başka ifadeyle olağanüstü hal yetkileriyle bile donanmış olsanız önemli olan yönetiminiz altındaki insan topluluğunun bu yetkiyi hangi gerekçeyle ve nasıl kullandığınıza yönelik algısı ülkenizin akıbetini belirleyecektir. Uzağa gitmeye gerek yok örneğin 15 Temmuz süreciyle yaşanan olağanüstü halin halk nezdinde meşruiyeti güçlüydü. Öyle ki huzur ve sükunun sağlanması aynı zamanda ekonominin çarklarını döndürecek bir iklimin sağlanması anlamına geliyordu.
Fakat bugün konuşulan tartışma anayasanın 119. maddesine göre “ağır ekonomik bunalımın ortaya çıkması…” durumunu gerekçe göstererek ülke genelinde olağanüstü hal ilan edilmesidir. Yani olağanüstü karar ve uygulamalar doğrudan ekonomiyi hedef alacaktır.
Ben bu tartışmanın ülkeye bir şey kazandırmayacağını, hatta mevcut iktidarın aleyhine bir iklimi derinleştireceği kanaatindeyim. Çünkü birincisi buna yönelmek ülkede ağır bir ekonomik krizin var olduğunun ifadesi ve ilanıdır. İkincisi böyle bir tablo eğer vatandaşın meşruiyet inancının dışında ve çok altında seyrediyorsa iktidarın ekonomik sorunları kendi politikalarıyla ve devletin elindeki araçlarla çözemediği değerlendirmesine götürecektir. Neticede sorunlar daha da derinleşerek, içeride ve dışarıda Türk ekonomisine olan güveni daha da sarsacaktır.
Ekonomiye etkileri elbette uzmanlarca irdelenebilir. Ancak meselenin bir başka teknik yönüne dikkat çekerek bitirelim.
Olağanüstü Hal Kanununun İkinci Bölümünde “Ağır Ekonomik Bunalım Hallerinde Yükümlülükler ve Alınacak Tedbirler” başlığı yer alıyor. Buradaki 25.maddede ağır ekonomik bunalım sebebiyle olağanüstü hal ilan edilen yerlerde “alınan tedbirlere aykırı hareket edenler, emirleri dinlemeyenler veya istekleri yerine getirmeyenler veya kimliklerine dair kasten gerçeğe aykırı bilgi verenler veya bilgi vermekten çekinenler, fiilleri başka bir suç oluştursa bile ayrıca üç aya kadar hapis cezasıyla cezalandırılırlar” yazmaktadır.
Asıl önemlisi de maddenin 2. bendinde…
“Özel maksatla kamunun telaş ve heyecanını doğuracak şekilde asılsız, mübalağalı havadis ve haber yayan veya nakledenler, fiilleri başka bir suç oluştursa bile ayrıca üç aydan bir yıla kadar hapis ve beşbin liradan az olmamak üzere ağır para cezasıyla cezalandırılırlar. Eğer fiil, fail tarafından bir yabancı ile anlaşma sonucu işlenmiş ise hapis cezası bir yıldan ve ağır para cezası otuzbin liradan aşağı olamaz. Bu suçlar basın ve yayın organları vasıtasıyla işlenirse fail ve mesulleri hakkında verilecek cezalar bir misli artırılarak hükmolunur.”
Maddeden anlaşılan o ki manipülasyon yapanlar, yalan haber üretip yayanlar ya da ekonomiyi bilerek, sistemli bir biçimde kaosa götürmek isteyen kişi ve organizasyonların üzerine gidilmesi imkanı sağlıyor. Şüphesiz böyle bir eğilim içerisinde olanların önlenmesine kim ne diyebilir.
Fakat gelin görün ki ortak akıl ve ortak yarar ile atlatılması gereken ekonomik krizde bunun ölçüsü ve çerçevesi kim tarafından nasıl çizilecek? Bilhassa ekonomik gidişat, alınan kararlar ve gelecekteki beklentiler çerçevesinde sosyal medya da dahil olmak üzere basın yayın kuruluşlarında tespit-eleştiri-ikaz boyutunu ayakta tutmak nasıl mümkün olabilir…