30 yıl önce bir imparatorluk çökerken yeni bir dünya nasıl doğdu?
Bundan 30 yıl önce son yüzyılın en kritik olaylarından biri yaşandı. 1917’deki devrimle başlayan ve 22 milyon kilometrekarelik bir büyüklüğe ulaşan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) 72 yıl sonra dağıldı. Aynı zamanda 40 yıl süren soğuk savaşı sona erdiren bu gelişme dünya düzeninde de kırılmalar meydana getirdi.
Öyle ki imparatorluğun 300 milyona yaklaşan demografisinin içinden coğrafi olarak 4 bölge ve haliyle 4 jeo-stratejik güç alanı ortaya çıktı. Doğu Avrupa’da Rusya Federasyonu, Beyaz Rusya, Ukrayna ve Moldova gün yüzüne çıkarken Estonya, Letonya ve Litvanya Baltık sahasında kendisini gösterdi. Kafkasya’da Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan bağımsızlığa giderken Orta Asya’da Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan devletleri oluştu. Böylece SSCB’nin dağılmasıyla 15 bağımsız Cumhuriyet tarih sahnesine çıktı.
Dağılmanın temel sebebi otoriter ve merkezi yönetim anlayışının bir süre sonra kontrolü ve inşayı sağlamada yaşadığı yetersizliktir. Zira bu şekilde bir sistemi sürdürülebilir kılmanız için 3 kapasite unsurunuzu ayakta tutmanız ve güncelleyebilmeniz gerekmektedir. Birincisi demografik/kültürel dokunuzun sürdürülebilirliğidir. Böl/parçala/yönet ve farklılaştırma yaklaşımı ile artan Sovyetleştirme baskısı altında alt kültürleri hızla kendi millileşme hedeflerine sevk ediyordu. Uyanış başlamıştı artık. 1980’li yıllara gelindiğinde herkes doğru zamanın neresi olduğu tayin etmeye çalışıyordu.
İkincisi gelir adaletsizliğini ve yoksullaşmanın yönetilebilir boyutların ötesine geçmemesidir. SSCB’nin 1930-1950 arasında yaşadığı sanayileşma hamlesi büyüme rakamlarını artırmış ve sosyalist sistemin avantajlı alanları harekete geçirilmeyi başarmıştı. Ancak 1970’li yıllardan itibaren sorunlar yükseldi. 1990 yılında ülkeler arasındaki kişi başına gelir farklılıkları giderek artmıştı. Örneğin Kırgızistan ile Litvanya arasındaki fark 3 katına yaklaşmıştı. Türkmenistan, Tacikistan ve Özbekistan en düşük grupta yer alıyordu.
Üçüncüsü üretim/teknoloji kapasitesinin ayakta tutulabilmesidir. Üretim ayağı bir ülkedeyken hammadde birkaç ülkeden temin edilebilirdi. Sınırlar da buna uygun tanzim edilmişti. Birlik bünyesindeki ülkeleri birbirine bağımlı kılmak için uygulanan sistem ayakta kalamaz hale gelmişti. Kolektif üretimi esas alan Kolhozlar da motive edilemiyordu. Ve teknoloji o gün koşullarına cevap veremiyor ve üretim/büyüme giderek düşüyordu.
1991 Ağustos’unda Yeltsin karşıtlarınca girişilen darbe, ülkenin zaten geriye gitmiş olan direnç merkezlerini iyice sarstı. Bu kötü gidişatı durdurmak ve sosyalizmi yeniden yapılandırmak için devreye konulan “perestroyka” (yeninden yapılanma) “glasnost” (açıklık) ilkeleri ağır tahribatı gidermek bir yana çöküşü ve kopuşu daha da hızlandırdı. Çünkü ne ülkenin ekonomisi ne de zihinsel yapısı bu ilkeleri özümseyebilecekti.
Ve 25 Aralık 1991 tarihinde Mihail Gorbaçov devlet başkanlığından istifa etti. Bir gün sonra ise SSCB resmen dağıldı. Rusya Federasyonu’nun başına Boris Yeltsin getirildi. Bildiğiniz gibi 1996'dan sonra Rusya yeniden toparlanmaya başlayarak Putin yönetiminde bugünkü gücüne ulaştı.
Bir dönemi sona erdiren bu olay Türk Dünyası gerçeğini bir kez daha tarih sahnesine çıkardı. 30 Ağustos 1991’de Azerbaycan Türk cumhuriyetleri arasında bağımsızlığını ilk ilan eden ülke oldu. Son olarak aynı yıl 16 Aralık 1991’de Kazakistan bağımsızlığını elde etti.
Bu tarihi süreçte Türkiye’de de önemli tartışmalar ve diplomatik temaslar gerçekleşti. Eylül ayına gelindiğinde dağılmakta olan SSCB’de belirsizlik sürerken Türkiye’nin Türk Cumhuriyetlerini tanıma konusunda kararsızlığı da görülüyordu. Gazete haberleri de bunu yansıtır nitelikte...
Zira Sovyetler bünyesinde yeni bir birliktelik hazırlandığı haberleri de yayılıyordu. Sonradan kurulan Bağımsız Devletler Topluluğu böyle ortaya çıkmıştı.
İşte 1991 yılının o aylarında Türkiye’de iki ayrı heyet oluşturuldu. Heyetlerden biri Doğu Avrupa kısmına diğeri de Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan’a gönderildi. İkinci heyette Büyükelçi Bilal Şimşir, Moskova Büyükelçiliği Müsteşarı Halil Akıncı ve Daire Başkanı Kurtuluş Taşkent yer aldılar. Heyet başkanı Şimşir Ermenistan’a gitmek istemediklerini belirtince orayı diğer heyet üstlendi. 12-29 Eylül 1991 tarihlerinde 27 temas sağlandı.
Dönüşte rapor Cumhurbaşkanı Özal’a sunuldu. Yıllar sonra Türk Devletleri Teşkilatının (o tarihte Türk Konseyi) kurucu Genel Sekreteri olan Halil Akıncı’nın hazırladığı alt rapor başlı başına tarihe tanıklık edecek bir belge görünümünde. Tanıma kararına yönelik o tarihteki lehte ve aleyhte fikirleri sıraladıktan sonra açık bir çağrıda bulunarak amasız/fakatsız 5 Türk Cumhuriyetinin tanınmasını teklif etmektedir. Söz konusu raporda bu kararla Türk Dünyasında İran başta olmak üzere kimi Batılı ülkelerin nüfuz edinme çabalarında da denge kurulacağının altı çizilmekte… (Bkz. Şimşir, B. (2021) "Azerbaycan ve Orta Asya Cumhuriyetlerine Yapılan Ziyaretler Hakkında Rapor")
Yine heyet başkanı büyükelçi Bilal Şimşir’in Türkmenistan Devlet Başkanı Türkmenbaşı’nın Türkiye’ye yapmak istediği ziyareti öğrenerek ivedilikle bildirmeleri ile Türkmenistan lideri İran yerine Türkiye’ye ilk ziyaretini yapmış oldu.
Türkiye’nin dili bir bu kardeşlerini dünyada tanıyan ilk devlet olması geçen 30 yıllık süreçte en büyük dayanağımız oldu. Bilenler bilir ki bu hamlenin yapılmış olması zaman zaman gerilen ve kopma noktasına gelen ilişkileri bir şekilde ayakta tutan çimento görevi görmüştür. Söz konusu karara imza atanları, emeği geçenleri ve çok konuşulmayan bu öncü heyeti yürekten tebrik ediyorum.
Şimdi tarihteki bu gelişmelerden dersler çıkarıp ilişkilerimizi küresel etki alanına dönüştürme zamanıdır. Karabağ Zaferi önemli bir adım olmuştur. Şimdi de Türkmen gazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşımak bir başka adım olmalıdır.