Diyalektiğin fotoğrafı olabilir mi?
Bu yazıya başlarken içim bir huzursuzluk, endişe ile dolu.
Genelde ben yazıyı kağıda dökmeden önce onu kafamda baştan sona yazdıktan sonra işe girişirim.
Ancak bu defa yazıya başlarken elimde sadece daha sonra arkasında sağlam teori ile durup duramayacağımın şu an belli olmadığı bir öneri var, o kadar.
Dahası güvendiğim çalışmaları ne kadar karıştırsam da bu önerimi destekleyecek bir yazı bulamadım.
Ama bu duruma rağmen geçenlerde kaybettiğimiz ve acısını bayağı kişisel yaşadığım Janet Malcolm’ı ve büyük saygı duyduğum Roland Barthes’i kendime örnek alarak yine de bu işe gördüğünüz gibi girişiyorum. Onları kendime örnek almakla ve bu zor işe girişerek haddimi aşıyor olabilirim ama deneme yazarlığı bazen de yazıda insanın haddini aşması ve riskler alması da demektir.
Neden o iki büyük yazarı kendime örnek aldığımı anlatabilmem için bu yazının başlangıç önermesini şimdi açıklamak zorundayım.
Önerim şu: Ben diyalektiğin fotoğrafının çekilebileceğini düşünüyorum. Bence eğer herhangi bir caz ustasının konserde veya hazırlık seansında doğaçlama çaldığı anda fotoğrafı çekildiğinde işte o diyalektiğin fotoğrafı olur.
Bu önerimin altını doldurmaya çalışacağım tabii ki ama ilk önce neden Janet Malcolm ve Roland Barthes ile yola çıktığımı anlatmam gerekecek.
Bu yazının yöntemi için yararlandığım bu iki usta da fotoğraf sanatı üzerine artık klasikleşmiş eserler bırakmışlardır.
Janet Malcolm 1975-81 yılları arasında New Yorker dergisinde fotoğraf sanatı üzerine köşesinde yazdığı yazılardan yola çıkarak sonunda ‘Diana and Nikon’ kitabını oluşturmuştur (Buradaki Diana, fotoğraf sanatçısı Diana Arbus’tur).
Roland Barthes’in yapısalcı teoriye, semiotiğe, marksizme, post yapısalcılığa yaptığı büyük katkıları burada anlatmaya herhalde gerek yok ama onun fotoğraf sanatı üzerine yazdığı Camera Lucida’nın aslında onun kitabı yazmaya girişmeden iki yıl önce kaybetmiş olduğu annesinin eski fotoğraflarına bakarak onun anısına oluşturduğu teoridir bunu da bilin istedim. Roland Barthes, Roland Barthes olduğu için bu son derece şahsi ve duygusal temelden yola çıkmış olsa da o kitabında yine müthiş geliştirmelere açık derin önermelerde bulunabilmiştir.
BİR TÜRLÜ ANLAYAMIYORDUM
Ben ‘Camera Lucida’yı yıllar içinde defalarca okumuş olmama rağmen her defasında kavramakta zorlandığımı fark ediyordum.
Bunun nedenini ise sonunda kitabın giriş yazısını yazan Geoff Dyer’in yazısını okuyunca anladığımı sanıyorum.
Dyer temelde Barthes’in yazı metodolojisini irdelediği yazısında, onun 'başlangıçların' yazarı olduğunu ve başlangıçları yazmaktan özel keyif aldığını söylüyor. Yani Barthes’in ele aldığı konuyu yazmaya giriştiğinde ilk başta elinde sağlam bir teori olmadığını, sadece bazı başlanmış ve başlangıç öncesi düşünceler bulunduğunu, bunları yine de korkmadan kağıda döküp bu başlangıç önermelerinin teorik bağlantılarını yazısını yazarken düşündüğünü anlatıyor.
Sonunda bizler bir teorinin oluşum sürecini düşünülme aşamasında, daha başlangıcından itibaren izleme imkanına ulaşabiliyoruz Barthes’i okurken.
Ben Camera Lucida’yı her okumaya giriştiğimde her sayfada oluşmuş sağlam bir teori olmasını beklediğimden ve bu oluşma sürecini düşünemediğimden kavramakta zorlanıyormuşum eskiden ama artık meseleyi anlamış olduğum için çok daha keyif alarak okuyabiliyorum Barthes’i.
Bu yazıda da Barrthes’e benzer bir biçimde bir öneriyi başta söyleyip bunun altını sizlerin önünde doldurmaya çalışacağımdan Barthes’in kitabının varlığı bu yazıda haddimi aşmaya cesaretlendirdi beni.
VE GELELİM JANET'E
Yıllar boyunca fotoğraf sanatı üzerine yazan ve konuda bir klasikleşmiş çalışması da bulunan Janet Malcolm da konunun uzmanı değildi. Birçok eleştirmene göre Janet fotoğraf sanatı üzerine yazılarıyla bizlere sadece bir fotoğrafa nasıl bakılması gerektiğini öğretiyordu.
Fotoğrafa nasıl bakılması gerektiği denilince tabii ki büyük usta John Berger’i hatırlamamak mümkün değil. Onun ‘Görme Biçimleri’ adlı kitabı zaten uzun süredir elimizin altında, bana yeni ulaşan 'Selected Essays of John Berger’ derlemesinin 215’inci sayfasındaki ‘Understanding a Photograph' (Bir Fotoğrafı Anlamak) başlıklı yazısında Berger fotoğrafların aslında bir sanat ürünü olmadıklarını ve fotoğraf çekimlerinin sanat ürünü üretim süreçlerinin dışında olan bir faaliyet olduğunu söylese de fotoğrafların önemini ve fotoğrafı nasıl anlamamız gerektiğini bize anlatıyor.
MÜZELER
Berger bir fotoğrafın sanat olarak müzede sergilenmesinin onu sınıfsal olarak konumlandırdığını anlatsa da, müzede sergilenmeye karşı sınıfsal tavır alsa da fotoğraf üzerine bütün temel kitapların, yukarıda adını verdiklerim ile birlikte Susan Sontag’ın ’On Photography’ adlı çalışmasının da, fotoğrafların bir sanat eseri olarak New York’da müzelerde sergilenmeye başladığı 1970’lerde ortaya çıkabildiğini bilin.
Janet Malcolm iyi bir fotoğraf bakıcısı olarak duygularını anlattığı yazılarıyla fotoğrafların anlaşılmasına teorik katkısını yapmıştır. Ona göre bir fotoğrafa derin ve uzun süre bakıldığında o bize kendi anlamını sonunda açığa vuracaktır. Malcolm da bir fotoğraf üzerine yazmaya başladığında elinde başlangıçta bir teori yoktur. Fotoğrafın verdiği duygularla başlar oradan da çeşitli duygularının iç bağlantılarından teori benzeri sonuçlara varır. (Bu bağlamda Brian Sholis’in Aparture dergisinde 23 Temmuz 2020 tarihinde yayınlanmış olan ‘Why janet Malcolm’s Photography Criticism Still Resonates’ başlıklı yazıyı okumakta yarar var.)
Ben de bu yazıda fotoğraftan yola çıkarak o fotoğrafın verdiği duygulardan başlayıp diyalektiğin fotoğrafının çekilebileceğini anlatabilmeyi umduğumdan Barthes ile birikte Janet Malcolm’u da yöntem açısından kendime yol gösterici olarak seçtim.
CAZ ÇELİŞKİLERİN ÇÖZÜMLENME SANATIDIR
Hiç dinlememiş olsanız bile cazın Blues’dan doğduğunu herhalde bilmeyen yoktur.
Ama şunu bilmeyebilirsiniz; caz kadar geleneklerin önemli olduğu ama geçmişe verilen bu öneme rağmen geçmişten gelen her bir parçanın yeniden çalındığında, yeniden yorumlandığında o geçmişten kopma arzusunun ve var olan tarihi birikime rağmen daima yeniyi tanımlama arzusunun bu kadar yoğun olduğu başka bir sanat türü herhalde yoktur.
Yani anlayacağınız her caz parçası kendi içinde geçmişten gelen o birikimin yükü ile yeniyi üretmek zorunluluğu arasındaki büyük çelişkiyi barındırır. Cazcıyı usta konumuna yükselten o var olan çelişkiyi çözümleyecek, ilerlemeyi içeren yeni bir ses çıkarabilmesidir.
Bence her caz ustasının doğaçlama (improvize) çalarkenki durumu bu çelişkileri çözümleyerek ilerlemeyi arayışı nedeniyle daima Hegelci diyalektiğin resmini verir.
Örneğin solosuna başlamış bir saksafon ustasını kendi başına veya orkestradaki diğer cazcılarla iletişim halinde görüntülerseniz bu da size bence diyalektiğin esas fotoğrafını verir.
BU YÜZDEN DELİRİYORLAR
Büyük caz ustalarının hayatlarının anlatıldığı Nat Hentoff’un ‘Listen to the Stories’ ve Geoff Dyer’in ‘But Beautiful’ (Ama Güzel) kitabını okursanız caz ustalarının bazılarının akıl hastanelerine düştüklerini ve bazılarının da uyuşturucu bağımlısı olduklarını görürsünüz. Bence bu, sanatlarının içinde bulunan dayanması oldukça güç olan çelişkilerden dolayıdır. Caz ustası hem geçmişin hakkını vermek hem de aynı zamanda devamlı ilerlemeyi ve gelişmeyi sağlamak zorundadır. Paraoah Sanders işte bu nedenle solosunun bir aşamasında işin içinden istediği gibi o anda çıkamadığı için çalmayı kesmiş ve saksafonu ile birlikte çığlık atmaya başlamıştır.
Geleneğe sahip çıkarken aynı zamanda yeniyi üretmek, gelişmeyi de sağlamak gerçekten de ağır bir yüktür insan üzerinde, caz sanatçıları işte bu yüzden yeni sentezlere varabildiklerinde büyük bir iş başarmış olurlar ve o sesler anında tarihe geçer.
JOHN COLTRANE BU YÜZDEN BÜYÜK SANATÇIDIR
Bahsettiğim bu diyalektik sürecini örnekle anlatmaya en uygun sanatçı John Coltrane’dir.
‘My favorite Things’ en çok Coltrane ile özdeşlemiş ve onun da 30 yıl boyunca çalmayı bırakmadığı parçasıdır.
Yani Coltrane ‘My Favorite Things’i ilk çaldığında hem parçanın standartını koymuş, geleneği başlatmış hem de 30 yıl boyunca o geleneğe sahip çıkarken aynı zamanda onu aşıp yeniyi yaratmak için uğraşmış yani diyalektiği bizzat yaşamış bir sanatçıdır.
‘My Favorite Things’ şarkısı ilk kez 1959 yılında Richard Rodgers ve Oscar Hammerstein’ın müzikalinde söylendi. Daha sonra Julia Andrews’in Maria rolünde seslendirdiği şarkı 1965’te film ile birlikte global düzeyde tanındı.
HATIRALAR
Janet Malcolm kendi çocukluk ve aile fotoğraflarından yola çıkıp geçmişi anlatan New Yorker yazısında "Hatıralar artık vize vermeyen ülkeler gibidir oraya ancak yasadışı yollarla gidebilmeniz mümkündür" demişti. Hatıralarım biraz sisli ve babamı yoğun hatırlama riski de var ama yasadışı bir eylem yapayım ve 1960’lı yıllar sonu Ankara’sına götüreyim sizi. Kızılay’daki Büyük Sinema’da o bahsettiğim filmi anne ve babamla seyretmiştim. Coltrane’nin sahiplendiği parçayı da ilk kez orada duydum. Babam Büyük Sinema’da filmleri locadan seyretmeyi tercih ederdi. Biraz ötedeki artık var olmayan ama dönemin önemli mekanı olan Piknik’te Arjantin’i içtikten sonra locaya oturur filmi seyrederdi. Loca tercihinin sınıfsal bir tavır olduğunu sanmıyorum, çünkü anarşistti var olan bütün sınıflara eşit biçimde karşıydı. Loca tercihinin tüm insanlardan duyduğu Schopenhauer’cu bir tiksinme ile bağlantılı olduğuna eminim.
Neyse bu konu bugün girilmemesi gereken ve eğer gerekiyorsa ilerde başka yerde anlatacağım bir konu. Ben şimdi esas meseleme döneyim.
John Coltrane ‘My Favorite Things’ parçasını ilk kez 1959 yılında müzikalde duymuş olmalı daha sonra filmi gördü mü bilmiyorum ama şarkıya takıntılı olduğundan muhakkak filmi de birkaç kez izlemiş olmalı.
Caz sanatçıları kendilerine ilham veren müziği hiç alışılmadık kaynaklardan duyarlar. Bu cazın bir geleneğidir ama ‘My Favorite Things’ dışında hiç bir parça yıllar içinde bu kadar geliştirilip orijinal hali bu kadar fazla yorumlanmadı.
Caz ustaları sololarına alıştıkları parçayı çalarken orkestranın genelinden, ana temadan kopup başlarlar ve bir süre ayrı yerlerde gezindikten farklı sesleri denedikten sona çalınmakta olan esas parçaya, orkestrayla uyuma geri dönerler.
John Coltrane ise dörtlüsü ile ‘My Favorite Things’i çalarken’ genelde baştan parça dışındadır, tamamen farklı bir solo yaparak orkestranın ana parçasına sonradan parçaya başka yerlerden gelip katılırdı ve diğer müzisyenler de kendisine doğaçlamasında yoldaşlık ettiklerinde parçalar bir anda farklı yorumlar ile dolmaya başlardı.
Hatta Coltrane, Tyner, Garrison ve Jones Dörtlüsü, ki bu Coltrane’nin klasik quarted’i olarak bilinir 27 Temmuz 1965’te verdikleri konserde 'My Favorite Things’i çalmaya başladıklarında o kadar farklı yorumlara gitmişlerdir ki sonunda ortaya çıkan müzik ve duygular aslında 'My Favorite Things’ parçasının yapı bozumu (deconsruction) gibi bir şey olmuştur.
Arada bir kendi klasiğine saldırsa da Coltrane parçayı geleneğine bağlı kalırken sürekli yeniden yorumlamaktan yani bahsettiğim diyalektiği kendi müzik yaşamının parçası yapmaktan hiç vazgeçmemiştir.
Yukarıda çığlık attığını anlattığım Paraoah Sanders ile çıktığı Tokyo konserinde parçayı soprano saksafon yerine alto saksafon ile ilk kez çalmaya girişince eleştirmenlerin deyimiyle konser esnasında sıkı bir uçuşa geçti ve yılların parçasıyla tarihi yeniden yazdı.
Şimdi bana Coltrane’nin herhangi bir konserinde çalarken fotoğrafını gösterin Janet Malcolm gibi ona uzun süre baktıktan sonra o fotoğraf bana muhakkak diyalektiği çağrıştırır ve şimdi olduğu gibi Barthes’e özenerek yazmaya da girişirim.
(T.S. Elliot’un 1918 tarihli ‘Tradition and Individual Talent’ (Gelenek ve Bireysel Yetenek’ makalesini de bu bahsettiğim diyalektik süreç bağlamında yenden okumakta yarar var.)