Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        ’52 Sene Önce Bugün Yoldaydık’ (14 Temmuz 2021) başlıklı yazıma girişince ele aldığı konuların çeşitli dallardaki bağlanılarını bulup bunları yazmak üzere çalışma yöntemini kurmuş bir kişinin başının fena halde derde gimemesi imkansızdı bunu anladım. Bu olasılık aslında beni korkutmaktaydı çünkü daldan dala atlanılan konuların sayısı artınca yazının içinden çıkılmaz hale gelmesi ihtimali vardı. Bahsettiğim yazıyı araştırırken kendi özel geçmişimde bizzat yaşadığım o kültürlerle ilgili öylesine çok değişik yazı ve fotoğraf ortaya çıktı ki şimdi kaynakların hepsini saymaya girişsem vallahi inanamazsınız.

        Gerçi aslında Kerouac’ın ‘Yolda’ kitabı ve ‘Easy Rider’ filminin pop-kültürel incelemesi olan o yazıyı sonuçta bir şekilde toparlayabilmiştim ama elimde, o yazıda giremediğim ama bir şekilde mutlaka da yazmam gereken birçok konu da kalmıştı.

        Dönemde Beat Kuşağı ile birlikte yükselmeye başlayan karşı kültürün sanattaki uzantılarını incelerken, araştırmakta olduğum konularla ilgili elime geçen her yazıyı okumak prensibim yüzünden konuyu incelerken Glasgow Üniversitesi'nde yazılmış bir doktora tezini bile baştan sona okudum. (Stewart, Kate Jennifer (2007); ’A Kind of Singing in Me: A Critical Account of Women Writers of the Beat Generation’) (Kendi İçimdeki Bir Şekildeki Şarkı, Beat Kuşağı'nın Kadın Yazarları Hakkında Eleştirel Bir Değerlendirme)

        REKLAM

        Birçok kaynakta dönemin yaratıcı ruhunu temsil ettiği söylenen ressam Jay DeFoe’nın isminin geçtiğini görünce daha önce adını duymamış olduğum bu enteresan ve yetenekli sanatçıyı hem öğrenmeye hem de onu size tanıtmaya karar verdim.

        ŞİİR EYLEMİ

        Eski düzenin yıkılacağı ve karşı kültürün yeni bir dünya kurmaya girişeceğini dünyaya ilan eden ilk ‘eylem’ 7 Ekim 1955’te gerçekleşmiştir. Buna eylem dediğime bakmayın bu aslında bir şiir okunması perfomansıydı. O gün San Fransisco’nun Fillmore Sokağı'nda Alan Ginsburg ‘Uluma’ (Howl) adını verdiği şiirini okuyarak, daha sonra San Fransisco Rönesansı adı verilen karşı kültürün yeni mücadele dünyasının esaslarını ortaya koymuştur.

        Sosyal mücadelelerin ve alternatif kültürlerin tarihinde son derece önemli bir gündü o. Bu yüzden incelenmesi gerekiyordu ve ondan yola çıkılarak bazı bağlantıların kurulması lazımdı.

        Kaynakları okudukça şiirin okunduğu o gün salonda dinleyiciler arasında sarhoş durumda olan ‘Yolda’ (On the Road) kitabının yazarı Jack Kerouac ile yukarıda öneminden bahsettiğim ressam Jay DeFoe de olduğunu gördüm.

        3119 Fillmore Caddesi'ndeki şiir gecesinin yapıldığı ‘Galeri Six’ galerisine yakın olan 3119 Fillmore Caddesi'ndeki stüdyosunda tarihe geçen çalışmalar yapan DeFoe’ yı kendi başına alıp incelemek dönemin kültürel ve siyasi anlamını açıklamaya yardımcı olması açısından gerekiyordu.

        ŞİİRİ DOĞAÇLAMA CAZ ÇALAR GİBİ OKUYORDU

        Türkçeye’de çevrilmiş olan Howl (Uluma) şiirinin toplumda hakim kültür tarafından bir kenara ilmiş olan isyankarları, delileri, teorik tavır alarak bilinçli, sosyal uyumsuz davranan insanlara nasıl sahip çıkılacağını ve artık yeni bir kültürün kurulup dünyayı nasıl değiştirme zamanının geldiğini anlattığını hepiniz kolayca, biraz okuma gayretiyle, çözebilirsiniz. Ama ben burada bilineni tekrarlamak yerine şiirin okunduğu o gecenin içeriğinden farklı bir okuma yapıp farklı bağlantılara gitmek istiyorum.

        REKLAM

        MODERN CAZIN DOĞUŞU

        1955 öncesinde Amerika’da yeni bir müzik türü yükselişdeydi. O güne kadar hakim müzik kültürü olan Swing’in orkestra elemanlarının birbirleriyle uyumlu, kuralların dışına çıkmayan müziğine karşı bir isyan gibi gelişen bu yeni müzik türü Bebop diye adlandırılıyordu. Swing’in sesi eşliğinde dans edenlerin artık yerlerinde oturup, konsantre olup müziği ciddi biçimde dinlemeleri isteniyordu.

        Doğaçlama çalınmasına ve doğaçlama başlayan sololara orkestranın diğer elemanlarının ritmleriyle destek vermesini esas gören bu Bebop aslında modern cazın doğumuydu.

        1940’ların ortasından itibaren başlayan bu doğum sürecinde yer alan müzisyenlerin sadece adını saymam bile buna neden modern cazın doğumu denildiğini anlamanıza yetecektir. Alto saksafon çalan Charlie Parker; tenor saksafoncular Dexter Gordon, Sonny Rollins, James Moody; klarnet çalan Buddy deFranco; trompetçiler Fats Navarro, Miles Davis, Dizzy Gillespie; piyanistler Bud Powell, Thelenious Monk; bateristler Kenny Clarke, Max Roach, Art Blakey.

        Hiç dinlememiş olanız bile bu isimlerin bazılarını muhakkak duymuşsunuzdur. Bebop müzik içinde oluşan bu isimler modern cazın kurucu devleridir.

        Uluma şiirini o gün okuyarak bir devim başlatmış olan Allan Ginsburg ve arkadaşları çok sıkı ve düzenli Bebop takipçisiydiler. Konserlere düzenli giderlerdi. Bu yüzden müziğin ruhundan etkilendiklerini ve fikirlerini modern cazın o ruhuna uygun oluşturduklarını düşünüyorum.

        REKLAM

        Hatta Alan Ginsburg’un o gün uzun şirini okurken yaptığı tonlamaların, kelimelere orijinal vurgularının (notalara özel vurgu gibi) ve arada bir duraklamalarının Staccato’ya uygun olduğu ve bunun da doğaçlama cazın tonu olduğu da söylenmiştir.

        Doğaçlama cazda tabii ki orkestra elamanları arasında uyum çok önemlidir ama aynı zamanda her elemanın çalınan parçadan bir süre uzaklaşıp orijinal sololar yapabilecek yetenekte olmaları da önemlidir. Çünkü doğaçlama cazın karakteri budur. Her biri yaptığı işte, bu iş saksafon çalma, şiir okuma veya film çekme, resim yapma olabilir, bunda başarılı olan yeteneğin bir hareket içinde, ki bu bir caz grubu olabilir veya karşı kültür devrimi de, diğer yetenekli bireyler ile uyumlu olması gerekiyor. Bu açıdan karşı kültür hareketi modern caz ile aynı kültürel ortamın ruh kardeşi sayılabilir.

        JOAN DIDION

        Büyük yazar Joan Didion ’Slouching to Bettlehem ve ‘The White Album’ kitaplarında dönemin oluşmakta olan yeni kültürünü birçok boyutuyla irdelemiştir. Didion o dönemde Los Angeles’ta yaşamaktaydı, San Fransiscoya rutin bir araba yolculuğuyla 2 -3 saat içinde varabilirdi ama Ginsburg’un şiirini okuduğunda orada bulunduğunu sanmıyorum. Zaten Didion yazmak için gözlemini yaptığı bu karşı kültür hareketinin içinde hiçbir zaman aktif militan gibi yer almadı ama onun özellikle daha sonra 1961’de Vogue dergisinde yer alan ‘Kendine Saygı Duymak’ (Self Respect) yazısının hayatlarındaki mücadeleleri doğaçlama çalan müzik ustaları gibi yaşayan birçok karşı kültür devrimcisini etkilediğine eminim. Didion o yazısında insanın kendisine saygısının ancak başkalarının gözüne nasıl göründüğüne ve onların kendi hakkında ne düşündüğüne aldırış edilmeden sağlanabileceğini anlatıyordu. Başkalarının olumlu değerlendirmeleri için yaşayanların sonunda saygı göreyeceğini ve insanın kendisine saygısının ancak kendinden emin olan ve yeni olanı korkusuzca, doğru bildiği gibi yapanlarca yakalanabileceğini söylüyordu. Yeni hareketin kurucuları olarak sayılan Allan Ginsburg’un ‘Uluma’ şiiri, Jack Kerouac’ın ‘Yolda' kitabı ve William Burroughs’un ‘Çıplak Şölen’ kitaplarını yazarken Didion’un yaptığı kendine saygı tanımı çevresinde hareket ettiklerini ve devrimin bu kendine güvenen bireylerin birbirleriyle uyumlu çalışmaları sayesinde (aynen modern caz gruplarında olduğu gibi) gerçekleşeceğini söylemek mümkün.

        REKLAM

        Şiirin okunduğu galeride o gün bulunduğunu söylediğim ressam Jay DeFoe’nin Allan Ginsburg’un şiirinden çok etkilendiği ve Joan Didion’un daha sonra tanımını yaptığı kendine saygı tanımı bağlamında sanatçı cesaretinin nasıl olması gerektiğini şiirin okunduğu galerinin bulunduğu caddede bulunan stüdyosunda yaptığı çalışma ile bütün dünya göstermiştir.

        GÜLÜN ADI

        DeFoe 1958 yılında başladığı ve sürekli üzerinde çalışarak ancak 8 yılda kendisini tatmin edecek biçimde tamamlayabildiği ‘Gül’ (The Rose) adlı çalışmasıyla bilinir. Yağlı boya, tahta ve mika malzemelerinin senteziyle oluşan bu resimde bir merkezden çıkan ışık haznelerine benzer görüntüye DeFoe’ nin neden bu adı verdiği belli değildir. Çünkü bir yorumla gülün açmasına benzetilebilecek bu resime bazı yorumcular erotik anlamlar da yüklemişlerdi (örneğin Paris Review dergisinde resim hakkında 14 Mayıs 2013’te yazanYevgeni Traps ‘Romance of the Rose: On Jay DeFoe’ başlıklı yazısında resmin güzelliği ve tehlikeyi aynı anda simgeleyen ve bir folk efsanesi olan içinde diş bulunan kadın cinsel organının adı olan ‘Vagina Dentata’ görüntüsü olduğunu söylemiştir). Hatta Gerthrude Stein’ın ‘Medeniyetler bir gül ile başlar’ sözünü hatırlatan bazı yorumcular resmin medeniyetlerin başlangıcını anlattığı yorumunu da yapmışlardır.

        DeFoe ilk başlarda uzunca bir süre resmin merkezini istediği gibi oluşturma üstünde uğraştı (Bu merkezi oluşturma mücadelesini okuyunca ben elimde olmadan şu anda Netflix’te seyredebileceğiniz Joan Didion belgeseline verilen ‘The Center Will Not Hold’ (Merkez Tutmayacak) adını hatırlıyorum. DeFoe yıllar boyu resmin merkezini ve merkezden yayılan çizgilerin (acaba ışınların mı desek ki) rengini arzu ettiği gibi oturtabilmek için takıntılı bir şekilde başkalarının beklentisinin ne olduğuna aldırış etmeden, dedikodulara aldırmadan cesur biçimde çalıştı. Çizgilerin rengi bir türlü onun hayalinde olduğu gibi olmayınca bıkmadan usanmadan renkleri sürekli kazıyarak üstüne yeni kat boyalar vurdu. Tahta ve mika bölümlerini de devamlı yeniden çalıştı ve sonunda dev eser 3.5 metre uzunluğuna ve bir tondan fazla ağırlığa ulaştı.

        REKLAM

        Ressam Jay DeFoe, Joan Didion’un saygı yazısında anlattığı türde saygıyı kendine duyuyordu, başka insanların gözünde nasıl göründüğüne kuşağının diğer karşı kültür devrimcileri gibi aldırmıyordu. Paraya çok ihtiyacı olduğu halde bazı günlerini sadece ucuz konyak ve bir paket Gauloise sigarasıyla tamamlamasına rağmen yapılan işten haberi olan bir galerinin resimi o haliyle Jasper Johns, Robert Rauschenberg ve Frank Stella resimleriyle birlikte sergileme teklifine da hayır dedi. Çünkü o eserinden henüz tatmin değildi. Onun bu tavrı bana kafasında olan müziğe tam anlamıyla ulaşıncaya kadar yıllar içinde aynı parçayı defalarca yorumlayarak çalan caz sanatçılarını hatırlatıyor.

        Ona galeri tarafından yapılan bu teklif beraberinde sergileneceği büyük ressamların adına bakınca her insan anında kabul edeceği ve uğruna birçok şey feda edebileceği bir teklifti. Ama DeFoe kuşağının diğer devimici insanları gibi bu tür şeylere takmayarak yapığı işe sonuna kadar inandı, o kim ne derse desin paraya pula aldırmadan işini bitirmeye takıntılıydı. Kendisine inanıyordu ve güveniyordu. Sonuçta haklı da çıktı çünkü yıllar sonra Thomas Hoving ‘Greatest Works of Art of Western Civilization (Batı Medeniyetinin En Büyük Sanat Çalışmaları) adlı eserinde DeFoe’nin bu çalışmasına da yer vermiştir.

        Ama çalışma sürerken kimse kıymetini bilmedi. Hatta DeFoe resmin bitmesine yaklaşırken kocasından boşanınca stüdyodan çıkmak zorunda kaldı. Bir tondan fazla ağırlığı olan resmin stüdyodan taşınması hayli problemli oldu. Taşıyıcılar ağır resimi ancak evin bazı duvarlarını yıktıktan sonra onu vinçle çıkarıp kamyona yüklediler. Bruce Connor adlı film direktörü tablonun taşınmasını 11 dakikalık bir belgesele dönüştürdü. ’The White Rose’ adı verilen kısa belgesel filmde tablosu taşınırken yangın merdivenine oturmuş olan ressam DeFoe’nin eserin arkasından bakışı da görülebiliyordu. Filmin arka plan müziği olarak Miles Davis’in ’Skeches Of Spain’ parçası seçilmişti. Bu arada Beat Kuşağı'nın o dönemde en sevdiği caz ustasının Miles Davis olduğunu da öğrendim. Bunun nedenini ilerde incelemek için bir kenara not da ediyorum.

        Eser evden çıkarılınca ilk önce onu hiçbir müze bakım masrafı çok olacağı için almak istemedi. Nerede tutulacağı mesele oldu. Sonunda San Fransisco Art Institute’ın yetkilileri bir odanın duvarı içine oturttu tabloyu üstünü de kapadı. Deyim yerindeyse yıllardır üzerinde çalışılan eser gömülmüştü.

        Neyse ki New York’taki Whitney Müzesi yıllar sonra para toplayarak bir tür şehir efsanesi haline gelmiş eseri koleksiyonuna katıp sergilemeye başladı.

        DeFoe şöhretin peşinde olmasa bile sonunda hak ettiği saygıya kavuşmuştu onun hikayesi kuşağının idealleri için özveriyle, güvenle çalışan bütün ressamlarının şairlerinin, eylemcilerinin, cazcılarının yani bütün karşı kültür kuşağının hikayesini özetleyen bir yaşamdır. Cazda olsun hayatta olsun hepsi doğaçlama sanat yapar gibi yaşamış bu insanların anısının önünde saygıyla eğiliyorum.

        Diğer Yazılar