Üniversiteler gençlerin beyinlerini geriletiyor mu?
Başlığa bakarak sadece Türkiye’ye özgü bir probleme değineceğimi sanmayın. Başlık aslında var olduğuna inandığım global bir soruna dikkat çekmek için düşünüldü.
Ha, gayet tabii ki Türkiye’ye özgü biricik koşullardan kaynaklanan ağır problemlerimiz de var. Ancak Türkiye kendisinin neden olduğu siyasi ve sosyal engelleri kaldırsa bile üniversitelerini yine de düzeltmeye gücü, global gelişmeler nedeniyle, yetmeyebilir.
Üniversitelerimizde istisnalar dışında profesör kalitesi, öğrenci kalitesi düşüklüğü ve üniversitenin bulunduğu şehrin kültürel altyapı eksiklikleri nedeniyle yaşamakta olduğu sorunlar dışında bir de açıkça görülemeyecek gizlice üniversiteleri içten içe kemiren başka bir global sorun da var.
Ülkemizde popülizm nedeniyle hemen her şehirde üniversite açıldı. Bu kadar fazla sayıda kaliteli eğitim sağlayabilecek bilim insanı bulunup bulunmayacağı düşünülmedi ve bu yüzden üniversitelerde hem eğitimin kalitesi hem de öğrenci kalitesi istikrarlı biçimde düşüyor.
Tabii bir de sayıları artsın diye açılan o üniversitelerin bulunduğu şehirlerin gerçek bir üniversite kültürünü yerleştirip bunu sürekli kılmaya yetip yetmeyeceği de tabii ki düşünülmedi, düşünülmüyor.
Bunlar Türkiye’nin sorunları. Planlı programlı, üzerine kararlı gidilse çözülemeyecek sorun da değiller.
Ama burada benim esas dikkat çekmek istediğim mesele diyelim ki çok kararlı davrandık ve üniversitelerin sayısını kaliteyi yakalamak için azalttık ve hepsini de bir Hacettepe, bir İTÜ, bir Boğaziçi, bir ODTÜ seviyesine getirmeyi bir gün başardık. Bunu bir hayal edelim ilk önce ama ben diyorum ki bugün dünyayı sarmakta olan global bir sorun nedeniyle o duruma gelinse dahi dikkatli olunmadığı takdirde o kaliteli üniversitelere gidecek öğrencilerin bile beyinlerinin gerilemesi tehlikesi bulunuyor.
TEHLİKEYE DİKKAT
Ben yıllardır bu konu üzerine düşünür ve arada bir yazarım. Konuyu yeniden sıcak bir biçimde gündemime Netflix’te seyrettiğim bir dizi getirdi. ’The Chair’ adlı bu diziyi bütün eğitimcilerin ve öğrenci arkadaşların üniversiteler açılırken izlemesini tavsiye ederim.
Çünkü bu dizi dünyanın en iyi üniversitelerini bile içten içe kemiren bir sosyal hastalığa dikkat çekiyor.
Dizinin konusunu özetlemeden önce yıllardır sıkça yazılarımda vurguladığım bir çalışmadan tekrar söz etmek istiyorum; kitabın yazarı Harold Bloom, adı ise The Closing of the American Mind: How Higher Education Has Failed Democracy and Impoverished the Souls of Today's Students (Amerikan Beyninin Kapanması: Yüksek Öğrenim Nasıl Demokrasiye Layık Olamadı ve Zamanımız Öğrencilerinin Ruhlarını Nasıl Fakirleştirdi).
Maalesef bu çalışmanın Türkçe çevirisini bulamadım. Oysa yazılış tarihi 1987 ve çok dönemli bir soruna değiniyor.
Yazarın ‘Batı Kanonu’ ve ‘Etkilenme Endişesi’ adlı yine çok önemli iki çalışması çevrilmiş ama bugün anlatmaya çalıştığımın çevirisi yok.
Bloom, üniversite eğitiminin elitist olması gerektiğini düşünüyor. Ben de aynı fikirdeyim hem elitist olacak hem de hangi kültürün öğrenciye nasıl anlatılacağı konusunda sağlam kriterlerle oluşturulmuş bir değerler/kültür hiyerarşisi anlayışı da bulunmalı üniversitenin gerçekten üniversite olabilmesi için.
Batı ülkelerinde siyaseten doğruculuk (political correctness) ve her kültüre eşit değer ve önem verilmesi gibi 'eşitlikçi' siyasi tavırlarla gerçek üniversitenin temelinde olması gereken elitist ve seçimlerini doğru yapmış seçkin tavrına son verildi ve bence bildiğimiz anlamıyla medeniyete darbe de vuruldu.
Bugün Harvard, Princeton gibi sağlam kökenli, değerli bilim insanlarının çok olduğu üniversitelerde bile siyaseten doğruculuk ve her kültüre eşit değer veren düşünceler/akımlar nedeniyle üniversitenin elitist eğitim verme fonksiyonuna darbe vuruluyor.
Bloom, üniversitenin gerçek fonksiyonuna kavuşabilmesi için, kendi ‘Batı Kanonu’ kitabında ismini verdiği, 'Rönesans'ını yaşamış Batı'nın romanları ve diğer çalışmalarının öğrencilere okutulması gerektiğini, seküler kültür ve eserler bütünlüğü ile öğrencilerin global kültür hiyerarşisinin en üstünde kalan eserlerle donatılmaları gerektiğini ve üniversitenin de bu elitist ve seçkin kültür kadar olamayacak diğer kültürlere de "yetersiz, değersiz" deme cesareti olması gerektiğini düşünüyor.
Bu kadar uzun anlattığım için benim de aynı düşüncede olduğumu herhalde anlamışsınızdır. Üniversitelerin gerçek amacı zannedildiği gibi sadece öğrenciye bir meslek vermek değildir. Asıl amaç eleştirel düşünme yeteceğine sahip olan kendi inanç ve düşüncelerinden korkmayan ve elit olmaktan da utanmayacak seçkin insanlar yetiştirmek olmalıdır gerçek amaç.
Ama artık yapılamıyor bu. Çünkü Batı Kanonu'na dahil kaliteli edebiyat ve felsefenin beyaz erkeklerin ürünü olduğunu iddia eden bir takım sözde eşitlikçi, daha alt düzeyde olan kültürlere de eşit önem verilmesini isteyen bir kültür siyaseten doğruculuk silahını da kullanarak eleştirel düşünceyi öğretmek amacı olması gereken üniversitelerde soyut ve ne olduğu tam belli olmayan bir eşitlik kavramı için eleştirel düşünceyi tamamen öldürdü ve korkusuzca serbest düşünmesi gereken bilim yerlerinde korkuyu hakim kıldı.
Öğrenciler eleştirel düşünmeyi öğrenmemiş olabilirler ama aptal da değiller tabii ki. Onlar bu ortamı çok rahat manipüle ederek korkmadan düşünmeyi öğretmesi gereken hocalarını hizaya getiriyorlar.
Tamamen özgür ortamda yapılması gereken derslerde edilen gayrı ihtiyari bir laf, yapılan bir şaka öğrencilerin hocayı anti feminist, ırkçı veya faşist ilan edebilmesine neden oluyor, protestolardan ve hedef haline gelmekten korkmaya başlayan profesörler de artık serbest düşünce akımıyla özgürce dersler veremiyorlar. Fikirlerin özgür ifade edilme alanı olması gereken üniversite kürsüleri korku alanına dönüşüyor
GELELİM DİZİYE
Nelerin olabileceğini yukarda bahsetmiş olduğum dizi ‘The Chair’ o kadar çarpıcı bir biçimde gösteriyor ki.
Dizi Amerika’daki kaliteli bir üniversitenin İngiliz edebiyatı bölümünde geçiyor. Tabii İngiliz edebiyatı hangi ‘doğru’ kitapların okutulacağı konusunda zorlu ideolojik kavgaların yapılabildiği bir alan, bunu yukarıda anlattım.
Genç bir erkek profesör var. Bu serbest konuşmayı ve dediklerine sansür koymadan yaşamayı seven bir insan. Bir derste Nazi Almanya'sından bahsederken anlatmanın şehvetine kapıldığı bir an sınıfta Nazi selamı yaptı. Buna inandığı için yapmadığı adamın tüm hayatından belliydi. Hatta daha sonra bu yaptığı nedeniyle başı belaya girince avukatı ile konuşurken kadın ona eğer tazminat alırsan o parayla ne yapacaksın diye sorduğunda adam muzip biçimde "Belki çok merak ettiğim Hitler’in dağda kendisine yaptırdığı malikanesini gezmeye giderim" diye hala daha espri yapabiliyordu. Ama zamanımızın üniversiteleri böyle şakaların yapılmalarına artık uygun değil, ders esnasında sembolik olarak yapılan Nazi selamının yapılması ise doğrudan suç bile görülebilir. Çünkü yapılan her şey konuşulan her konu öğrenciler arasından birilerinin ‘duyarlılığına’ ters olabiliyor ve onu üzebiliyor. Öğrenciler de bu korku ortamını kullanarak sevmediklerine karar verdikleri hocanın hayatını karartabiliyorlar.
BATI'YA ÖZGÜ DEĞİL
Bu Batı'ya özgü bir sorun Türkiye’de bunlar olmaz demeyin çünkü bilim alemi global etkileşime çok açık ve profesörlerin de dünyada olup biteni takip eden insanlar olmaları gerekiyor. Yani orada olan bizde de olur, bir şekilde olur, belki farklı kılıfla olur ama mutlaka da olur.
Onun için eğer biz Türkiye’de gerçek üniversitelerin sayısını artıracaksak kendi özel yarattığımız Türkiye'ye özgü sorunları bir gün aşsak dahi bu global sonunu da düşünelim ve bugünden çözüm yollarını açık tutalım.
Seçkin öğrenciler yetiştirmekten korkulmasın, elitist düşünce ürkütücü ve yanlış değildir bizler de seküler dünyadan bir kültür hiyerarşisi tercihini mutlaka yapmalıyız ve her kültürün eşit olmadığını söylemekten korkmamalıyız. Eşitlikçi pozlarla bunlara saldıracaklar mutlaka olacaktır ama bu da doğal, üniversitede her fikrin tartışılmasına ve fikirlere düşünce düzeyinde saldırılmasına da alışmak gerek.