James Joyce'u anlamak neden imkansız gibi?
İlk romanlarında da su içer gibi kolay okunabilecek bir stili olduğu söylenemez ama zaman ilerledikçe Joyce’un üslubu gittikçe daha zor okunabilir, anlaşılamaz olmaya başladı. Ulysses oldukça zor bir kitaptı ama en azından sabır gösterildiğinde okunabilecek durumdaydı. Ama zaman geçip Finnegans Wake’i yayınladığında James Joyce sonunda amaçladığını yapmış ve anlaşılmaz olmanın evrenine geçmişti..
‘Sonunda amaçladığını’ dedim bir önceki paragrafta çünkü James Joyce’un baştan beri anlaşılır olmaktan tamamen çıkmak gibi bir amacı olduğu yolunda şüpheler var. Yazarın bu konuda etrafına söyledikleri biliniyor.
DEVRİMCİ YAZI STİLİ
Anlaşılmaz olmak bir amacı olmasa bile onun ustası olduğu yazı stili anlaşılmayı gerçekten zor kılan bir stildi.
İç monolog veya bilinç akışı denilebilecek edebi stil yazara ele aldığı kişinin o andaki iç düşüncelerini, kendisiyle iç monoloğunu okuyucuya aktarma imkanı sunan ve edebiyatta modernin bir göstergesi olan stildi.
Tabii insanlar kendi kendilerine düşünürken imla ve mantık kurallarına dikkat etmek zorunda olmadıklarından bu iç monolog stilde yazan yazar da romanında imla kurallarına, cümlelerin iç düzenine, mantık kurallarına dikkat etmek zorunda hissetmiyordu kendisini. Böylece bu stil doğrultusunda Joyce sayfalarca anlaşması imkansız olan cümleleri yazmak imkanını buluyordu. Ulyssses’i Finegans Wake’e göre daha anlaşılır kılan özelliği galiba çoğunluğu gündüz vakitlerinde 24 saat içinde geçmesiydi. Galiba gündüz saatlerinde insanların iç monologları daha mantıklı olması gerektiğinden Ulyssses biraz olsun anlaşılabilirdi. Finnegans Wake ise gecelerin romanıydı. Bu çalışmada insanların rüyalarında kurabileceği türde iç monologlar aktarıldığından ve rüyalarda tüm mantık kuralları alt üst olabildiğinden Finnegans Wake’deki iç monologların anlaşılabilmesi nerdeyse imkansız hale gelmişti. Joyce bu romanında neredeyse yeni bir dil icat etmişti. Rüyaların özel dili de diyebilirsiniz buna.
TABİİ Kİ DAHİYDİ DE...
Şimdi baştan çok gecikmeden şunu söyleyeyim; Joyce elbette büyük hatta dahi bir yazardı. Sonuçta hala daha tartışabildiğimiz eserler bıraktı bizlere.
Ama dehası büyük olan her insanda olabileceği gibi Joyce da normalin sınırlarını zorluyordu. Kimseye deli diyecek değilim. Bu hem benim uzmanlık alanım değil hem de bunu yapmak ilke olarak pek doğru değil bence.
Hem ben hayatı boyunca tımarhaneye kapatılmış olsaydı bile James Joyce gibi büyük bir yazara deliydi diyebilmeyi kendime yediremem.
Bütün bunlara rağmen ortada bir sorun da olduğunu söylemeliyim.
William Butler Yeats, özellikle otobüste evine giderken arada bir yaratma translarına girerdi. Gözünü bir noktaya hiç gözünü kırpmadan diker ve eliyle de bir tempo tutardı. Görenleri hayli korkutacak bir görüntüydü bu. Yeats’ın kızı babasının bu yaratma translarını bildiğinden bir gün otobüste onu böyle görünce evlerine varıncaya kadar hiçbir şey söylemedi. Ancak evin önüne vardıklarında Yeats kızına dönüp onu tanımayarak "Buyurun siz kimi görmeye gelmiştiniz" diye de sormuştu.
Joyce’un durumu hiçbir zaman böyle olmamıştı. Fakat o da akıl sağlığı problemleri hayli fazla olan bir aile ortamındaydı. Annesi kendini yıpratan hayaller görerek ölmüştü. Joyce’un kızı şizofrendi ve sık hastaneye kaldırılıyordu. Oğlu ise manik depresif bir kadınla evliydi.
Aile ortamı böyle olmasına rağmen bütün bunlar Joyce’un da bir problemi olduğunu göstermez tabii ki.
Ancak Joyce’un kızını tedavi etmeye çalışan Carl Jung, Finnegans Wake’i okumaya çalıştıktan sonra çevresine "Bu kitaptaki yazı stili bir şizofrenin yazı stiline benziyor" da demiştir. (Joyce’un kızının hayatını Stanford Üniversitesi hocalarından Carol Loeb Shloss, ‘Lucia Joyce: To Dance in the Wake’ kitabında yazmıştır.)
Yakın çevresine Joye'un şizofren olabileceğini ima eden Jung'un, James Joyce’a yazmış olduğu mektup da överken eleştirme konusunda tarihe geçmiş bir mektuptur. Carl Jung bu mektubunda Joyce’a bu kitapla yazar olarak büyük bir iş başarmış olduğunu ve sadece tek bir kitapla onu okumaya çalışan kendisi gibi insanların sinirlerini tahrip etmeyi başardığını söylemişti. Jung ayrıca Ulysses yayınlandıktan sonra onun bir eleştiri denemesini Europanische Revue adlı alman dergisinin Eylül 1932 tarihinde yayınladı.
Yazıda Ulysses’i okumanın kendisini nasıl rahatsız ettiğini söyleyen Jung yine Joyce’u yazar olarak başarısı nedeniyle övmüştü. Bu konuları Robert Demming’in James Joyce: The Critical Heritage çalışmasında detaylı okuyabilirsiniz
CARL JUNG
Dehası ve psikiyatriye katkısı açısından sıkça Freud ile adı bir arada anıldığı için Jung’un Joyce hakkındaki düşüncelerini dikkate almak gerekir diye düşünüyorum.
Freud edebi değeri yüksek olan metinleri yazma kabiliyeti olduğundan Jung’dan çok daha fazla okunup tanınmış olsa dahi Jung özellikle toplumların ‘kolektif bilinçaltını’ anlamamız açısından büyük çalışmalar yapmıştır. Freud’un aksine Jung bireyin bilinçaltına konsantre olmadı, bunu yerine insanların tarihten gelen toplumdaki inanışlar, düşünceler ve tavırlardan etkilenip ona göre şekillendiklerini söyledi ve bu etkileniş sürecini anlamak için kolektif bilinçaltı kavramını işledi. Bu yüzden Jung vaktinin büyük bölümünü insanın deneyimini oluşturan mitolojileri, ilkel inanışları, simya ve okült gibi konuları ve tabii ki rüyaları incelemeye alırdı.
Jung akıl hastalığının bireyin psikolojisinin toplumun bilinçaltıyla uyumsuz olduğu anda ortaya çıktığını düşünürdü. Jung'a özgü terapi de bireyin psikolojisini toplumun bilinçaltıyla uyumlu hale getirme çabasıdır.
Joyce hakkında ne düşersek düşünelim onun birey olarak psikolojisinin içinde bulunduğu toplumun kolektif bilinçaltı ile uyumlu olmadığını söylemekte herhalde bir sakınca olmamalı.
Ben elimde bilimsel kanıt da olmamasına rağmen Finnegans Wake’in yazılabilmiş olmasını bile Joyce da var olduğuna inandığım ruh sağlığı problemleri ile ilgili olduğunu düşünüyorum.
Bunun yanında Harvard Üniversitesi’nde tarih ve edebiyat konusunda dersler veren Kevin Birmingham ‘Joyce's Ulysses, The Most Dangerous Book’ adını verdiği çalışmasında Joyce’un hayatı boyunca frengiden çok çekmiş olduğu tezini ortaya attı. Joyce’un nerdeyse kör sayılacak düzeyde gözlerinin az görmesinin frengiye bağlı olduğu söyleniyor bu çalışmada. Ayrıca ağır frenginin bazı ruhsal sorunlara da yol açması ihtimali yüksek olduğundan Joyce da bu olasılık da var bence.
Son olarak iç monologların, bilinç akışlarının her insanda ilginç olabileceğini kabul etmekle birlikte ruh sağlığı pek iyi olmayan insanın iç monoloğunun, bilinç akışının çok daha ilginç olacağını söylemek mümkün. Joyce’un yazdığı iç monologların ilginç olmakla birlikte anlaşılmaz olmalarının buna bağlı olabileceğini söyleyerek bitirmek istiyorum.