Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        19’uncu yüzyıl sonu ve 20’nci yüzyıl ilk çeyreğinde dünyada önemli bir zihinsel devrim yaşandı. Bunun etkileri müziğe, sanata, siyasete ve hatta coğrafi algılara yansıdı. Gayet tabii ki eski bir düzen, sınıfsal konumlar değişim içindeydi ve toplumların yeni hakim sınıfları güçlerini pekiştirme sürecindeydiler ama ben bugün global dünya sistemindeki dönemin değişimini ele alacak değilim.

        Son dört aydır yazılarımın sadece başlığına baksanız bile bahsettiğim döneme yani 19’uncu yüzyıl sonu ve 20'nci yüzyıl başına özel önem vermekte olduğumu görmeniz mümkün. Bu sadece benim şahsi önem sıralamamdan kaynaklanan bir şey değil. Şunu söyleyeyim. 20’nci yüzyılın ilk on yılında olanlara bir baksanız bile, ki bu ayrı bir yazının konusu olacak ayrı önemde bir 10 yıldır, bu dönemin neden önemli olduğunu anlamak daha kolaylaşır.

        Bu yazının esas konusu o dönemde yaşanan kolektif zihinsel değişimlerin sanattaki yansımaları olacak.

        19’uncu yüzyıl sonu ve 20’nci yüzyıl başı dönemden önceki dönemlerde sanata hakim olan zihniyet değişim içine girmişti. (Bu noktada zorunlu bir dipnot koymak istiyorum. Büyük değişimleri anlatmaya çalışırken genellemeler yapmak kaçınılmaz oluyor. Önceki dönemlerden bahsederken yaptığınız tespit de kaçınılmaz bir genelleme içereceğinden muhakkak var olan bazı istisnaları da görmezden gelmiş olmak gerekiyor ama bu, onlar olmadı veya önemsiz demek anlamına da gelmiyor tabii ki sadece var olan genel duruma bir istisnalar.)

        REKLAM

        Bence bahsettiğim dönemde ortaya çıkmaya başlayan en önemli değişim sanat ve edebiyatta yaratıcı kişinin kendi benliğini daha fazla öne çıkarmaya başlamasıydı.

        Benliği bir kişinin öz varlığı onu kendisi yapan şey, şahsiyeti olarak düşünelim.

        Resimde empresyonizmi ele alalım. Örneğin Monet bir güneş batışının resmini yaptığında bu onun sadece gördüğünü tuvale yansıtması değildi. O güneşin batmasının kendi ruhunda yarattığı duygularını, izlenimlerini çiziyordu ressam.

        Yine görsel sanatlarda o günlerde yeni ortaya çıkmaya başlayan fotoğrafta da gördüğünün resmini çekmeye başlayan amatör ile fotoğraf sanatçısını ayıran nokta sanatçının görülene verdiği, kendi ruh halinden gelen izlenimlerini aktaran bir boyut ekleyerek fotoğrafını çekmesiydi.

        Keza edebiyatta da Joyce, Proust, D.H. Lawrence gibi yazarlar son derece şahsi duygularının ruh hallerinin, benliklerin aynası gibi olan romanlar yazmaya başlamışlardı.

        Klasik müzikten de Schoenberg gibi kendi benliğinin izlerini taşıyan detonal müzik bestelerini de irdeleyerek örnekleri arttırabildim.

        Ama benim yazıdaki asıl hedefim "Sanatta kadının yeri neydi?" sorusuna cevap bulmaya çalışan bir deneme yapmak bugün.

        ‘Benlik’ sanatta ve edebiyatta merkeze oturuyordu ama kadın sanatçıların ve edebiyatçıların döneme nasıl ayak uydurabilecekleri net değildi. Çünkü bahsettiğim dönemden önceki yıllarda neredeyse bütün tarih buyunca kadının benliği her dalda toplumsal yapının her alanında baskı altına alınmış yani bir anlamda kadının gerçek benliğini ortaya koyması engellenmişti.

        Bu konuda 1971 yılında sonradan çok meşhur olan bir makale bayan Linda Noclin tarafından ‘Why There Been no Great Women Artists’ başlığı altında yayınlandı.

        REKLAM

        Linda Noclin benim yukarda genellemeler üzerine yapığım uyarı gibi makalesinde bunun tarihte hiç önemli kadın sanatçı olmadığı anlamına gelmediğini ancak kendisinin amacının kadının önemli sanatçı olabilmesinin önüne çıkarılmış yapısal engelleri anlamak ve yine de her engele rağmen ortaya çıkabilmiş kadınların tarih açsından önemsizleştirilmesi, bilinmez kılınması için sistematik yapılar olmasının nedenini anlamak olduğunu belirtiyor.

        Gerçekten de ele almaya çalıştığımız dönemde sanat ve kültür açısından önemli olan Paris ve Viyana’da bile kadının gerçek benliğini ortaya koymasına imkan vermeyen bir zihniyet hakimdi.

        Hakim düşünce sistemlerinde kadınların örneğin resim gibi bazı sanatlarda var olmasının uygun olmadığı gibi sistematik bir düşünce vardı. Kadının kültürel faaliyetlerde bulunmak, resim gibi sanatlara girmeleri yerine evlerinde oturup ailelerine konsantre olmaları gerektiği düşüncesi geçerliydi..

        Bugün de birçok ülkede durum farklı değil diyen de haklı ama bu yazıda bir değişimin yaşanmaya başlandığı coğrafyaların merkezinde var olan gelişmeleri anlatmaya uğraştığımdan bu örneklerden gidiyorum sadece.

        Zihniyetlere o dönemde hakim olan zihniyet ortamını anlatmak için şu örneği vermek istiyorum:

        O güne kadar Fransa’da ressam olabilmek ve resim sanatçısı olarak kabul edilmek için Fransız akademik sisteminin içinden geçmek gerekiyordu.

        Fransız akademik sistemi ise o günlerde resim derslerini insan anatomisini iyi çizmeyi öğretmek üzerine oluşturmuştu ağırlıklı olarak. Bunu öğrenmeyi ise çıplak modelin resmini çizme dersleriyle sağlıyorlardı. Bu modeller hem kadın hem de erkek olabiliyordu gayet tabii ki.

        Kadınların çıplak erkek modellerin olduğu derslere girmelerinin ahlaken doğu olmayacağı düşünüldüğünden bu dersler uzun süre kadınlara kapalı tutuldu örneğin.

        REKLAM

        Yani hiç kimse bir erkek ressamın çıplak kadın model ile çalışmasının benzer sorun yaratabilmesi ihtimali olabileceğini düşünemezdi tabii ki.

        Hakim ideolojiye göre kadının özel bir durumu vardı. İçinden gelen sesi, benliğini sanata yansıtmak için potansiyel yeteneği olan hiçbir kadına bu ve bunun gibi yapısal ve zihinsel dünyalara ait engeller yüzünden yollar açılmadı.

        Bu yola girilmesi için dönemdeki tek çare kadının dönemde önemli olabilmiş bir erkek sanatçının ya kız kardeşi ya sevgilisi ya da onun modeliyken erkek sanatçının dikkatini çekmesiyle mümkündü.

        Akademi sisteminin dışına çıkmak isteyen dönemin önemli sanatçıları öğrenciler yetiştirmeye de girişiyorlardı ama maalesef çoğu kadın öğrenci kabul etmekte son derece isteksizdiler.

        Ressam Ingres gibi sanatçılar kadın öğrenci kabul ediyordu ama onlar da kadına uygun olduğunu düşündükleri konuların dışında resim çizmelerine izin vermiyordu.

        Onun için de kadının çiçek resimleri ve ev yaşamına ilişkin resimler çizmeleri uygundu.

        Kadın sanatçıların dönemin yenilikçi sanat çevrelerine girebilmesi sadece bir erkek sanatçı tarafından korunmasıyla mümkündü.

        Örneğin Berthe Morisot adlı kadın sanatçı bu çevreye akrabası olan Manet tarafından kollandığı için girebilmeyi başarmıştır. Berthe Morisot daha önce Manet’in modeli de olmuştu.

        (Monet değil Manet burada bahsedilen ressam. O ile A farkının önemini bir başka yazında anlatmaya çalışmayı düşünüyorum) Anlayacağınız dönemde kadının içindeki duyguları, gerçek benliğini sanatta ifade edebilmesinin yolları belli ve çok kısıtlıydı. Her şeye rağmen ressam olmayı başaran kadınların ise sistemde kalabilmeleri ancak evlenmemeleri ile mümkündü.

        REKLAM

        Çünkü hakim ideolojiye göre evli kadın sadece evine ve kocasına konsantre olmalıydı resme değil.

        GERÇEKTEN DEVRİMCİ BİR KADIN

        Dönem edebiyatta yazarın iç monologları ve iç düşünceleri romana dönüştürme günleriydi.

        Bunu yapabilmesi için Proust ve Joyce gibi romancıların kendi iç monologlarının nasıl çalıştığını bilmeleri ve kendi benliklerini rahat ortaya koyabilmenin yollarını öğrenmiş olmaları gerekiyordu.

        Dediğim gibi bunun yolları o dönemde sadece erkekler için açıktı.

        Bu bağlamda Virginia Wolfe’un yaşadıklarını ele almalıyız.

        Birçok edebiyat tarihçisi Wolfe’un da iç monolog ve bilinç akışı yöntemlerini romanda kullanmak konusundaki öncülerden olduğunda hem fikirler.

        Kadının benliğinin yok sayıldığı bir dönemde (Bunun Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok’unu çağrıştırdığının farkındayım. Onu saygıyla anıyorum) kendi gerçek benliğini ifade edebilme yollarını bulabilmesi, önüne konulan engeller yüzünden zor olan Virginia Wolfe’un buna rağmen iç monolog ve bilinç akışlarını bu kadar çarpıcı bir şekilde romanlarında kullanabilmesi gerçekten de şaşırtıcı ve hayranlık uyandıran bir şey.

        Bu yüzden ben ‘Kendine Ait Bir Oda’ ‘Dışa Yolculuk’ ‘Mrs.Dolloway’, ‘Deniz Feneri’, ‘Orlando’ gibi büyük romanların yazarı Virginia Wolfe’un gerçek bir devrimci olduğunu düşünüyor ve onun önüne çıkarılan zihinsel engeller ortamında kendi dışına nasıl yolculuk yapabildiğini kavrayabilmekte zorlanıyorum. Bence imkansızı başarmıştı. O ve onun gibi kendilerine konulan bütün toplumsal ve düşünsel engellere rağmen ‘kendi dışına yolculuk’ yapabilen ve benliğini ortaya koyabilen cesur kadınlar sayesinde bugünlere gelinebildiğini düşünüyor ve hepsinin önünde saygıyla eğiliyorum.

        (Tabii Virginia Wolfe cesaretinin ve yeniyi deneme arzusunun o ortamda bedelini maalesef ağır ödedi. Hayatı boyunca ruh sağlık sorunları yaşadı, biliyorsunuz sonunda intihar etti. Ama tabii yol açılmıştı bir defa, o açılan yolda başka kadınlar da cesur biçimde yürüdüler).

        Diğer Yazılar