Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        19’uncu yüzyılda Paris dünyanın sanat başkenti gibiydi. Birinci Dünya Savaşı’nda Avusturya darbe yiyince Viyana kültür merkezi olmak gücünü Paris’e kaybetti.

        Böylece dünyanın hem sanat hem kültür başkenti olan Paris dünyanın her tarafından entelektüellerin, sanatçıların, düşünürlerin ilgi odağı haline geldi.

        En çok ilgi de Amerika’dan geliyordu. Amerika’nın Paris'e ilgisi iç savaşından sonra başlamıştı zaten. John Adams başta olmak üzere yeni oluşturulmaya başlanan genç ülkenin düşünürleri yeni olanı öğrenmek için Paris’e yoğunlaşmışlardı. 19’uncu yüzyılda Paris’e giden Amerikalılar daha çok siyasi fikirlerle, siyaset kültürü ile ilgiliydiler.

        19’uncu yüzyıl sürecinde Paris merkezli olağanüstü canlı sanat ortamı, sanatta yeniyi temsil eden akımların Paris merkezli olması 19’uncu yüzyıl sonuna doğru Amerikan sanat ve kültür dünyasının da ilgisini çekmeye başladı.

        Bu ilgi oluştuktan sonra Amerika’dan Paris’e olağanüstü bir seyahat trafiği başladı.

        Dediğim gibi Paris zaten dünyanın her tarafından gelenlerin odağıydı, Amerikalıların da gelmesiyle Expatriate diye adlandırılan yabancı camianın Paris’te canlılığı arttı.

        REKLAM

        Bu yabancı camianın Paris maceralarını Arlen Hansen’in yazdığı "Expatriate Paris: A Cultural and Literary Guide to Paris of The 1920’s"de (2012) okuyabilirsiniz.

        Yabancı camiası o kadar dinamik ve canlıydı ki onların ne yapmakta olduklarını, yaşamlarını takip etmek için ‘Expatrietes’ adında bir dergi bile çıkarıldı.

        Bir süre yaşamak için Paris’e gelen yabancıların çoğu iyi eğitimli kültürlü olduklarından onların da Paris düşünce hayatına katkıları da büyüktü.

        Bu yazıda ben o günlerde Paris’e yerleşmiş olan tüm yabancılar ile değil sadece Amerikan grubu ile ilgili yazacağım.

        Çünkü Amerika’nın fikir ve sanat dünyasının gelişiminde Paris’in gerçekten dönemli bir yeri vardır.

        Hattta David McCullough, "The Greater Journey: Americans in Paris" adlı kitabında Amerika’nın oluşumunda Paris’in ne kadar da önemli bir etkisi olduğunu gösteriyor.

        Bu kitabın New York Times gazetesinde 27 Mayıs 2011'de değerlendirmesini yapan Stacy Chief yazısına ‘How Paris Created America’ (Paris Amerika’yı Nasıl Yarattı) başlığını atmış.

        Bence Amerika’nın Paris tarafından yaratıldığı oldukça abartılı bir sonuç olsa da kendini yaratmak sürecinde olan Amerika’nın kültür ve sanat dünyasının ne yöne gideceğini kesinlikle Paris belirlemişti.

        Çünkü Paris’e gelen Susan Sontag ve Miles Davis gibi ve onlara benzeyen insanlar ülkelerine dönünce sonuçta tüm dünyayı konuşturan eserler vermeye devam ettiler.

        ‘Papa’ lakaplı Ernest Hemingway adeti olduğu üzere Paris’te de maço bir dağıtma sürecindeydi.

        REKLAM

        Sarah Bernard ölüm korkusunu yenmek için bir gece Paris’te tabut içinde uyudu.

        Tüm Fransızların takıntısı haline gelen Josephine Baker şehir gece yaşamına damgasını vuruyordu.

        Cole Porter yeni sesler ile denemelerini yapmak için eşiyle birlikte Paris’teydi.

        Keza F. Scott Fitzgerald dönemde modernin anlamını belirleyen Paris’te hayatı görmek için eşiyle şehirdeydi.

        Gertrude Stein edebi dünyanın havasını kokluyor ve perde arkasından ona etkide bulunmaya çalışıyordu.

        Amerika’da klasik müziği geliştirecek Aaron Copland müzikte yeni olanı görüp öğrenmek için şehirdeydi.

        Ezra Pound, Alice B. Toklas, Henry Miller de Gertrude Stein ile birlikte edebiyat dünyasının aktif biçimde içindeydiler.

        Daha sonra dansta Amerika’da ve dünyada devrim yaratacak Isadora Duncan Paris’teki dans camiasının içindeydi.

        Amacım listeyi tüm detaylarıyla vermek değil ama gördüğünüz gibi Amerika’nın kültür ve sanat dünyasının önemli isimleri Paris’te aktiflerdi.

        O günlerdeki hayatın nasıl olduğu ve Amerikan camiasının nasıl yaşadığını merak edenler için çok bilgi veren hem de çok eğlendirici olan bir film var.

        Woody Allen’ın yönettiği ‘Midnight in Paris’ filmi aslında bir fantastik komedi olmasına rağmen döneme ilgi duyanlar için aynı zamanda müthiş bir belgesel niteliği de taşıyor.

        Filmde bir Amerikalı ile genç sevgilinin Paris’te yaşadıkları anlatılıyor. İki sevgili şehrin gece yaşamına çıktıklarında sarhoş olduğu için oteline dönmek için kızdan bir süre için ayrılan adamın yanına gece yarısında eski model bir araba yaklaşıyor. Arabadakiler eskiden moda olan kıyafetler içindedirler. Adam daveti kabul edip bir partiye doğru yola çıkılınca aniden fantastik bir şey olur birden 1920’lerin Paris’ine geri dönülür, ilk gidilen partide Jean Cocteau, Cole Porter ve Scott Fitzgerald ve eşi Zelda da vardır. Bir roman yazmaya uğraşan genç adam partide Scott Fitzgerald’ı görünce sevinir tabii ama Zelda partide sıkılınca hep birlikte önce Josephine Baker’ın dans etmesini seyretmek için Bricktops kulübüne giderler. Sonra da bir kafede matador Juan Belmonte ile içmekte olan Ernest Hemingway’i ziyarete giderler. Scott Fitzgerald hayli çapkın olan matador ile eşinin fazla yakınlaşmasını istememektedir. Zelda'nın okuması için Hemingway’e vermiş olduğu roman taslağını Ernest hayli zayıf içerikli bulduğunu söyleyince Zelda’nın siniri bozulur. Ernest çocuğun da roman çalışması olduğunu duyunca yazdığın kısmı ver de onu Gertrude Stein’a vereyim bir baksın deyice çocuk metni almak için oteline döner ama metni alıp tekrar gece kulübünün önüne gittiğinde kulübün bir çamaşırhaneye dönüşmüş olduğunu görür.

        REKLAM

        Bu film Amerikan camiasının o dönemde nasıl yaşadığını aralarında nasıl dedikodular döndüğünü göstermesi açısından ilginçtir.

        Amerikalılar "Paris bir okyanus gibidir. Onu istediğiniz kadar keşfetmeye çalışın onun gerçek derinliğini hiç bir zaman bilebilmeniz mümkün değildir" diyen Balzac’la tamamen aynı düşüncedeydiler ve Paris’e bir türlü doyamıyorlardı.

        Paris’teki ırkçı düşüncelere uzak özgür ortam ve cinselliğe çok hoşgörülü ve farklılıklara anlayışlı tavır, kafe dünyasındaki fikir alışverişleri ve düşünce dünyasının derinliği Amerikalı ziyaretçileri büyülüyordu.

        Örneğin cazın diğer dev isimleri gibi kendisi de Amerika’da ırkçı tavırlara muhatap olan Miles Davis ırkçılığın olmadığı Paris’e bu yüzden hayrandı.

        Diğer düşünür ve sanatçılar için de durum böyleydi.

        Diğer Yazılar