Işığın ressamları
Başlığı okuyanlar arasında ‘ışık’ daima ressamın hem bakış açısını etkileyen hem de resmini çizerken etkisini iyi kullandığı takdirde güzel sonuçlar alabildiği bir kaynak olmuştur. Bu yüzden özellikle ‘ışığın ressamları’ başlığı atılması doğru olmamış diyenler olacaktır.
Aylardır sanat hakkında laf söyleyen birçok yazı yazdım. Birçok akımı, büyük sanatçıyı ele alan yazılardı onlar. Ancak bir tanesi var ki birçok ressamı etkilemiş ve kendisine karşı olanların bile sanatını belirlemiş olan empresyonizmi bugüne kadar ayrı bir yazıda ele alıp üzerinde düşünmedim. Bu yazı sanatın tarihi ve onun medeniyetin gelişime katkılarını ele alıp üzerinde düşünmenin önemine inanan bir yazarın en azından entelektüel sürekliliği sağlama açısından mutlaka yapılması gereken bir önemli eksikliği giderme çabasının da bir ürünü.
Oscar-Claude Monet (1840-1926) ressamın artık stüdyolarından çıkıp tabiata gidip gördüklerinin kendilerinde yarattığı duyguları tuvale aktarmalı diyerek işe başladığı günlerde görsel sanatlarda bir başka önemli devrim daha oluyordu. O dönem ‘ışığın’ ele alınışı üzerine en önemli bilimsel gelişmelerin de yaşandığı bir dönemdi.
Ayrıca o dönemde bu bilimsel gelişmelere bağlı olarak fotoğraf denilen yeni bir dal da ortaya çıkmaktaydı.
Baudelaire fotoğrafın şiirle birlikte yaşamasının imkansız olduğunu söylese de fotoğrafın resim sanatına ciddi bir rakip olacağı ilk günden beri görülüp, hissedilmekteydi.
Ressamlar o güne kadar olduğu gibi stüdyolarında hafızalarından resim çizmeyi sürdürdükleri takdirde resim sanatının hayatın içine çıkabilen fotoğrafın karşısında yenik düşmesi ihtimali çok fazlaydı.
Monet son derece yeni ve devrimci bir işi denemeye girişti.
Stüdyosundan çıkıp tabiatta gördüğü ışık oyunlarını, gölgeleri, renk değişimlerinin kendisinde yarattığı duyguları tuvale yansıtacaktı.
Cezanne, Monet için "O sadece bir göz ama ne muhteşem bir göz onunki" demişti.
Evet Monet belki de tüm ressamlardan farklı olan bir göze, tabiatın bütün renk ve ışık oyunlarını görebilme, hissedebilme yeteneğine sahipti.
Ama bu nokta iyi anlaşılmalı burada tek önemli olan ressamın sadece gördüğünü çizmesi değil, gördüğünün kendisinde yarattığı duyguları yani gördüklerinin verdiği empresyonu tuvale çizebilmesiydi önemli olan. Zaten Monet’in başlattığı akıma verilen empresyonizm adı da bundan geliyor.
Monet örneğin bir güneş batışı anını çizmek istediğinde çok hızlı çalışması gerekiyordu. İstediği anı ve onun verdiği duyguyu çizebilmesi için hızlı olması lazımdı çünkü o an çok hızlı geçip gidiveriyordu. Bu yüzden de her gün sadece 15 dakika bile çalışabildiği oluyordu Monet’in. Her gün aynı noktaya hep aynı saatte gelip çalışması lazımdı. Onun arkadaşı olan ve çalışmalarında bazen ona eşlik eden Guy de Maupasant, Monet’in bu hayatını avcılarla tabiatta sürekli gezip onlar için tuzaklar kuran tuzak kurucularına benzetmişti.
Bu hızlı çalışma mecburiyeti onun fırça sürüşünde yeni bir tekniği de getirdi. Fırçasını tuvale kesintili, bir biri ardına gelen hızlı dokunuşlarla sürüyordu.
Bu fırça tekniği daha sonra tüm empresyonist sanatçıların özel tekniği haline geldi.
Bir başka zorunluluktan kaynaklanan teknik gelişme de oldu.
Dönemde henüz var olan boya teknolojisi ressamın stüdyoda bulunmasını ve arzu ettiği renk karıştırmalarını ancak stüdyosunda yapabilmesine imkan veriyordu. Bu yüzden Monet başlarda tabiatın içindeyken renkleri karıştırmadan saf halleriyle kullanmak zorunda kaldı. Bu empresyonist resmin fırça tekniği haricinde özel bir görünüm kazanmasına neden olan bir diğer nedendi. Boya teknolojisi gelişip boyanın tüp içinde sunulmasına geçilince bu tabii ressamların tabiatta gördükleri renklerle yeni deneyler yapmasına imkan verdi.
Emile Zola 'L’Ouevre' adlı çalışmasında Monet gibi ressamların dönemin Paris’inde parasızlık yüzünden nasıl zorluk çektiklerini yazmıştır. Bu yüzden bazı ressamların Zola ile arkadaşlıkları bile bozulmuştur. Monet gerçekten de hayatının önemli bölümünde parasızlıktan çok çekti. 1886 yılından sonra özelikle maceracı Amerikan yatırımcıların Monet’i keşfetmeleri nedeniyle biraz rahatlığa kavuşabilmişti. 1890’a gelinince ise artık tüm dünyada bir usta olarak kabul edilmişti.
1866 yılında 'The Woman in the Green Dress’ adlı resmiyle bir empresyonist ressama yakışan duygu yoğunluğuyla çizdiği resimdeki kadın olan Camille Doncieux ile büyük aşk yaşadı. Hastalandığında kadını yaşatmak için büyük mücadele vermesine rağmen onu kaybettiği gün kadını yatağında görünce yine kendini tutamadı ve mavi, gri ve sarı renk tonlarını kullandığı bence ölümün yüzünü göstermesi açısından bir şaheser olan resmini çizdi.
Empresyonizmin edebiyat ve müzikte de etkisi büyük oldu.
Ressamın gördükleri ve yaşadıklarının kendine verdiği duyguların ismi olan empresyonizm edebiyatta, örneğin Virginia Woolf (Mrs Dalloway) ve Joseph Conrad (Hearth of Darkness) gibi romancılarda yarattıkları ana karakterin duygu dünyasına yapılan vurgularıyla etkili olmuştu.
Özellikle 19’uncu yüzyıl sonu ile 20’nci yüzyıl başında klasik müzikte de Claude Debussy (1862-1918) başta olmak üzere bir çok besteci empresyonizmden etkilenmişlerdir.