O 10 dakikadan yola çıkarak
Wittgenstein’ı okumaya mecbur kaldığımdan bugün üzerinde çok tartışılmış, hakkında birçok yazı, kitap yazılmış olan topu topu 10 dakika kadar süren bir toplantı hakkında yazacağım.
O konuya girmeden önce Wittgenstein okumalarımdan edindiğim birkaç düşünceyi aktarmam lazım sizlere.
8 ayı aşkın zamandır bu köşede birçok önemli insanın teorik düşünce yapılarını çözümlemeye çalışıyorum. Bu uğraşımda gördüm ki bu tür insanlar teorilerini oluşturmak için çok çalışsalar da bir fikir, bir sanat ürünü üretmek için hep insanüstü uğraş verseler de onların çoğu ‘deha’ tanımına uyan insanlardı. Deha tanımına uyan insanların önemli bir bölümü de genelde normal olarak tanımlananın dışını belirleyen sınırlarda hayatlarını sürdürüyor ve zaman zaman da o sınırı aşan davranışlarda bulunuyorlardı. Çoğu da eksantrik yaşamlar sürdürüyorlardı.
Wittgenstein da bu dehalardan bir tanesiydi, belki de en büyüklerindendi.
Anlaşılması, en azından benim için, çok zor olan derinlikli kitabı 'Tractatus’u Wittgenstein, savaş siperlerinde ateş altındayken yazabilmişti. Bu eserinden sonra sadece tek bir kitap ile felsefenin tüm sorunlarını çoktan çözmüş olduğuna karar vererek inzivaya çekildi.
Sadece bu davranışa bakarak Wittgenstein’ın kendisini hayli büyük görmekte olduğunu söyleyebiliriz. Kendisi hakkında bu yorumunda haklı mıydı bilmem ama daha sonra matematiğin felsefesi üzerine çalışmak için gelmiş olduğu Cambridge’de hocası Bertrand Russell onu tanıdıktan bir süre sonra Wittgenstein’ın kendisininkinden bile daha iyi çalışan beyni olduğuna karar vermişti.
Wittgenstein rutin hayatı içinde çabuk sinirlenen, kendisine yanlışlarının söylenme girişimlerine tahammülü olmayan ve durup dururken, görünürde hiçbir provoke edici bir neden yokken, bile eliyle alnına hızlı vurup Almanca 'Evet' (‘Ja’) diye bağırdığından sonradan acaba Tourette Sendromu mu göstermekteydi şüphelerine yol açan bir kişilikti.
İstediği gibi davranma, istediği kadar eksantrik olabilme lüksüne de sahipti çünkü döneminde ailesi nedeniyle Avrupa'nın en zengin insanlarından birisiydi. Onun servetinin olağanüstü boyutlarını göstermesi açısından sadece şunu söyleyeyim daha sonra Naziler onun ailesini rahat bırakmak için kendisinden para isteyince onlara gözünü kırpmadan bile kişisel servetinden tam 1 ton 700 kilo altın verebildi. Bu miktar o dönemde Avusturya devletinin altın rezervinin yüzde 2’sine eşitti.
Yazının bu aşamasında tarihteki dehaların hemen hepsinin mali durumunun Wittgenstein gibi olmamalarına oldukça üzüldüğümü söylemeliyim. Çünkü o düzeydeki olağanüstü beyinlerin, yaratıcı dehaların para konuların hiç düşünmeden yaşamaları gerektiğini düşünüyorum.
Ama tabii ki hepsi Wittgenstein gibi şanslı olamıyorlardı. Örneğin büyük ressam Vermeer öldüğünde eşi yerel otoritelerden yaşamak için para dilenmek zorunda kaldı. Johann Sebastian Bach’ın dul eşi de öldüğünde sefalet içindeydi keza Mozart’ın kız kardeşi de öyleydi.
Ha tabii bir de Wagner gibi olanlar da var. Wagner hayatının önemli bir bölümünü insanlardan para dilenen mektuplar yazmakla geçirdi. Aç kalma fakirlik tehlikesi ile kaşı karşıya değildi ama yaratabilmesi içi sürekli lüks içinde olması, lüks yaşaması ve lüks tüketmesi gerekiyordu. Bu yüzden var olan parası ona hiç yetmiyordu. Neyse aradığı parayı hep bulabildi de bizlere olağanüstü büyük, insanı dinlediğinde uçuran eserler bırakabildi.
Neyse Wittgenstein 'Tractatus’u yayınlandıktan sonra tek bir eserle felsefeyi tamamen bitirdiğine ve felsefenin bütün sorunlarına cevap verebildiğini düşününce dediğim gibi inzivaya çekildi, bu durum 10 sene kadar sürdü. Başkalarının kendisini eleştirmesine tahammül yoktu ama kendisine karşı da acımasız olabiliyordu. Bir süre sonra 'Tractatus’ta ortaya atmış olduğu çerçevenin yanlış olduğunu da düşündü ve yeni bir çerçeve oluşturdu.
Öğrenci olarak geldiği Cambridge’de bir süre sonra hoca oldu. Okuldaki hocalardan Bertrand Russell ve John Maynard Keynes onu çok beğeniyordu ve korumaları altına almışlardı.
25 Aralık 1946 gününün öğle sonrasında aslında günün bir vukuatla biteceği yönünde bazı işaretler de vardı.
Ludwig Wittgenstein bir lisansüstü semineri veriyordu o öğleden sonra.
Eleştiriye tahammülü olmadığından, çabuk sinirlendiğinden ve eksantrik davranışları nedeniyle tüm öğrenciler Wittgenstein’dan korkuyorlardı. O öğleden sonraki seminer öğrenciler açısından özellikle korkutucuydu. Çünkü seminer tamamen sessizlik içinde geçiyordu ve derste tek bir çıt bile duyulmuyordu. Çünkü o gün Wittgenstein öğrencilerine kendi kendine düşünmenin anlamı nedir bunu düşünmelerini söylemişti ve öğrencilerini bütün ders boyunca kendi kendilerine düşünmeye davet etmişti.
Evet gün hayli tuhaf geçiyordu ama bitişi daha da tuhaf oldu. Akşamüstü Cambridge’nin Ahlak Bilimleri Kulübü'nün düzenlediği bir toplantı vardı. Toplantıda misafir edilen Karl Popper, ‘Felsefi problemler var mıdır?’ başlıklı bir konuşma yapacaktı ve sonradan da tartışma olacaktı.
Şimdi bir odaya Karl Popper, Bertrand Russel ve Ludwig Wittgenstein gibi beyinleri kaparsanız ve üstelik bunlardan bir tanesinin (Wittgenstein) kendisinin tüm felsefiyi biten bir kitap yazdığını düşünürken diğerini felsefenin sorunları üzerine konuşturursanız bir olay çıkmaması herhalde mümkün değildi.
Üstelik Popper konuşmaya gelmeden önce sinirlenmişti de çünkü toplantının anons edildiği metinde felsefi sorunlardan değil Wittgenstein’ın istediği gibi felsefi bulmacalardan bahsedildiğini görmüş ve bu onu çok sinirlendirmişti.
Dil sorunları ve dil teorisi üzerine çalışan Wittgenstein ilk çalışması olan 'Tractatus’ta dilin resim teorisi denilebilecek öneriyi ortaya atmış ve dilin hayatta yaşanılan olayların birer resmini tanımlayarak insanlar arasında iletişim sağladığını söylemişti. Ancak bunu daha sonra yeterli bulmayarak dilin bir araç olduğunu ve dil oyunları ile hayattaki bulmacaları çözmemize yaradığını söylemeye başlamıştı. Bu da Russell’ın ondan soğumasına yol açmıştı. Daha önce yazmış olduğum gibi ben onu anlamaya zorlanıyorum, şimdi yazdıklarımın bile yeterli olup olmadığına emin değilim, ancak hemen herkes onun önemli olduğunu düşünüyorsa ben de onlara inanmak eğilimindeyim. Wittgenstein felsefi sorunların değil sadece bazı bulmacaların (puzzles) olduğunu ve dil oyunları ile bu bulmacaları çözebileceğimize inanıyordu. Popper ise ‘Açıklıktan’ yanaydı. Felsefi önermelerin doğrulanabilir oldukları takdirde doğru olduklarını, ‘Açık’ toplumların ise kan dökülmeden olay çıkmadan iktidar değişimine izin veren yapıları olan toplumlar olduğunu söylüyordu.
Toplantı başlayınca Popper ne derse desin Wittgenstein itiraz etmeye başladı. Düşünceli davranmaya çalışan Popper’ın dediği hiçbir şeyin doğru olmayacağını düşünüyordu. Newton’un eskiden kullandığı bu odada şömine de yanmaktaydı. Wittgenstein şöminedeki maşayı eline alıp havada sallayarak konuşmaya başladı. Odada bulunan Russell’in uyarılarına rağmen demiri elinden bırakmadı.
Wittgenstein, Popper’a "Bana etik konusunda bir tek örnek ver bakalım" deyince Popper "Bir insanın misafir olarak çağrılan bir konuşmacıyı elindeki ocak demiriyle tehdit etmemesi etik bir davranıştır" dedi.
Wittgensteın bunu duyar duymaz elindeki demiri fırlatıp odanın kapısını çarpıp çıkıp gitti.
Aslında tartışmayı kimin kazandığı pek önemli değil ama bu toplantı tutanaklara geçtiğinden yıllar boyunca üzerinde tartışılan ve hakkında kitaplar, makaleler yazılan bir gün oldu. İnsanlar eksantrik insanları daha sevdiğinden ve Popper daha sıkıcı bir karakter olduğundan çoğunluk Wittgenstein’dan yana oldular yıllar boyunca.
*
Danışılan kitap ve makaleler:
- Wittgenstein’ın Maşası - David Elmonds, John Eidinow
-‘Ludwig Has Left The Building’ - Jim Holt, NY Times, dec. 30,2001
-Wittgenstein’ın Tractatus’u Açısından Anlam Dışı Kavramı’ - Özgür Yılmaz, felsefe arşivi 48, sayı 2018/1
- Wittgenstein Dünyası ve Tractatus’un Wittgenstein’ı - ‘Sınır, Sessizlik ve Felsefe Üzerine Notlar. - Kerem Aslan, Veriveritas dergisi 11.12.2013
-’Sınır dışı Filozoflar’ - Nigel Rodgers, Mel Thompson