Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Alman dili ve kültürünün hakim olduğu dünyanın Avrupa klasik müziğinde yıllarca belirleyici güç olması, Haydn ve Bach ile olan başlangıcı ve Beethoven ile süren geleneği ve Wagner’i hatırlayınca, tabii ki sürpriz değildir. Ama Avrupa’nın diğer önemli ülkeleri müzikteki bu Alman egemenliğini zaman zaman sarsmaya çalışan gelişmeler de yaşamışlardır, örneğin İtalya tabii ki operada bir Alman hakimiyetini hiç kabul etmedi, keza Fransa da gerek bestecileri ile klasik müzikte ve gerekse kendisine özgü opera sahneleyişi ile Alman gücüne karşı gayet sağlam durdu uzun yıllar boyunca.

        Bir tek İngiltere müzikte kendisine özgü sesini dünya çapındaki bestecilerle bulma konusunda pek parlak olamadı. Gayet tabii ki İngiltere'nin de saygın müzik insanları oldu ve ve onlar da eserler verdi ama bunların çoğu Alman dünyasından bildiğimiz müzik insanlarının büyüklüğüne ulaşamadılar.

        Bunun üzerine bir süre sonra Alman müzik çevrelerinde özellikle milliyetçi duyguları kuvvetli olanlar alaycı biçimde İngiltere’ye ‘Müziği olmayan ülke’ bile demeye başladılar. (Alex Ross, 'The Rest is Noise' sayfa 173) İngiltere’de örneğin tabii ki Ralph Vaughan Williams (1872-1958) ve Edward Elgar (1857-1934) gibi bestecilerin adları saygıyla anılmalıdır ama bunlar Alman müzik kültürünün büyük isimleri ile aynı düzeyde hiç kabul görülmediler.

        Yani müziği olmayan ülke yakıştırması İngiltere’ye uyuyor olabilir ama bu da şaşırtıcı çünkü ilk başından, Barok dönemden beri İngiltere’nin klasik müzik sevebilecek önemli bir dinleyici kapasitesi ve ülkeye özgü klasik müzik ve operasını oluşturma arzusu da vardı.

        Bu nedenle sonunda İngiltere gerçekten de Almanların dediği gibi müziği olmayan ülke olmuş olabilir ama bunun nedenini de anlamamız gerekiyor.

        Bence en önemli neden İngiltere’nin klasik müziğin gelişiminde ilk başlangıcını çok büyük, yüksekten yapmış olmasından kaynaklanabilir. Bu büyük başlangıç nedeniyle İngiltere bir daha o standartı kolay tutturamayacağından çekinerek Avrupa klasik müzik oluşumunun gerisinde kalmış olabilir.

        Bach ile Handel aynı tarihte Almanya’da doğdular. Aynı dönemde büyük eserlerini yarattılar ama nedense hiç karşılaşmadılar, konuşmadılar. Bunda ikisinin karakterinin çok farklı olması rol oynamış olabilir. Bach yerel zevkleri olan çok sosyal olmayan bir insandı, Handel ise çok kozmopolitti, gezmeyi, yemeyi- içmeyi severdi. Meşhur olduktan sonra herkes onun olağanüstü iştahı hakkında konuşuyordu. Hatta çizer Joseph Goupy, 1754 yılında Handel’i bir domuz olarak çizdiği karikatüründe onu şarap fıçısın üstüne oturtmuş ve etrafı çeşitli yiyeceklere dolu olarak çalışırken hayal etmişti. ‘The Charming Brute’ olarak adlandırılan bu karikatür nedeniyle Handel’in daha sonra mirasından Joseph Goupy’i çıkardığı da biliniyor.

        Handel çapkındı da özellikle İtalyan kadın şarkıcılara ilgisi bilinirdi; anlayacağınız Handel gezmeyi eğlenmeyi, yaşamayı seven bir besteciydi.

        Handel, Londra’ya ilk kez 1760 yılında geldi. Londra dönemin Avrupasının entelektüel merkezi gibiydi. Dergi yayıncılığında Londra tarihte bir ilk olanı gerçekleştirmiş ve Tatler ve Spectator adlı düzenli yayınlanan dergiciliği de yerleştirmişti. Bu dergilerde dedikodudan çok hoşlanan Londralı okuyuculara aralarında Jonahtan Swift’in de yer aldığı yazarlar tarafından her sayıda müthiş yazılar sunuluyordu. Londralı okuyucuların bu dedikodu sevgisi yüzyıllar sonra zamanımızda bu ülkede tabloid gazetelerin güçlenmesine de yol açmış olabilir. Spectator dergisi o günlerde İtalyan operasına karşı savaş açmıştı ve bu polemik yazıları İngiliz stili polemiğin hala daha en iyi örneklerinden kabul edilir.

        Yani anlayacağınız Londra o günlerde düşünce hayatı açısından cıvıl cıvıldı ve Handel şehri çok sevmişti ve gelir gelmez tabii ki düşmanları da olmaya başladı.

        Handel, Londra’da bir dizi İtalyan stili opera bestelemek ve sahneye koymak istiyordu ve bu onu bazılarının gözünde düşman yapmaya yetebiliyordu.

        Bir müzisyen hakkında yazılmış olan dünyanın ilk biyografisi Handel’in hayatı hakkındadır. 1760 yılında ölen Handel hakkında din adamı John Mainwaring tarafından yazılan biyografi ölümünden sadece bir yıl sonra yayınlandı, yani Handel hakkındaki bütün bilgiler daha akıllardayken kağıda dökülmüştü. Buna karşılık Bach hakkındaki biyografi ölümünden ancak 52 yıl sonra 1802 de yayınlanabildi. Bu yüzden Handel’in hayatı hakkında birçok şeyi gerçekte olduğu gibi biliyoruz.

        Tabii kendisine karşı çıkanlara aldırış etmeyen Handel opera eseri üzerine opera eseri yarattı ve hepsi de çok beğenildi. Handel hem adını çok duyurdu hem para da kazandı. Dediğim gibi operalarının sahnelenmesi için gelen İtalyan kadın sanatçılarla ilişkileri Londra dergi ve gazetelerin çok hoşlandığı dedikodu malzemesi de oluyordu.

        Handel’in ani öfke patlamaları da efsane boyutundaydı. Bir defasında İtalyan soprano Fransesco Cozano bir aryayı yazıldığı gibi söylemeyi kabul etmeyince Handel kadını kavradı ve onu pencereden atacakmış gibi hareket yaptı. Şaşkınlıktan ve korkudan dili tutulan kadına da "Madam, senin kadın şeytan olduğunu biliyorum ama ben de Beelzebub’ım yani şeytanların başıyım" dedi

        Opera sanatçıları o dönemde ve sonraki uzun yıllar boyunca en büyük bestecileri bile takmamaya ve kendi doğru bildikleri gibi okumaya ve besteciyi, bu devleşmiş bir isim bile olsa, kontrol emeye çalışırlardı.

        Örneğin klasik müzik tarihini öğrenme, anlama çalışmalarım sürecinde her konuda olduğu gibi bunda da döneme veya bestecinin hayatına ilişkin çizgilere ve resimlere de bakarak çalıştım. Bunlar arasında Franz von Schober tarafından çizilen karikatür opera sanatçıları ile besteciler arasındaki sorunlu ilişkiyi çok güzel gösteriyordu. Karikatürde ön tarafta dev cüssesiyle kafası mağrur biçimde kalkık dönemin meşhur baritonu Johann Michael Vogl görünüyordu. Hemen arkasında ise Schubert kısa boyuyla elindeki beste kağıdı tutarken kollarını kavuşturmuş ve somurtarak duruyordu. Gerçekten de bariton Vogl başta fazla tanımadığı Schubert’in bestesine ilgi göstermemiş ama daha sonra onu tanıyınca ilgisi artmıştı.

        Handel’in Londra operalarında kadın kılığına sokularak rol alan ortaokul öğrencileri de yer alıyordu ve tabii ki kastratolar da bulunurdu. Erkeğin güçlü ciğerine ama kadın sesine sahip olan bu kastratoların varlığı kadın sanatçıların müzik dünyasında güçlenmesine ve bence hatta kadın bestecilerin bile oluşmasına engel ortamın oluşmasına katkıda bulunmuşlardır. Adı bilinen büyük kadın besteci neden olamadığı ayrı bir yazının konusu olmalı.

        Zaten uzunca süre bestecilere güvenli yaşam sağlama rolünü üstlenmiş olan kilise kadın sesini yasaklamış ve kastratoları tercih etmişti. Sistine Chapel’in kapıları kastratolara resmen 1599’da açılmıştı.i İk başta sadece kilise müziğinin hizmetinde çalışan kastratolar daha sonra opera sahnesinde de güçlerini gösterdiler. Sesleri muhteşem olan bu kastratoların önemli bölümü sosyete kadınlarının da gözdesiydiler. Onlara kadın sesi vermek için oğlan çocuklarına ergenlikten önce yapılan operasyonun seks yaşamını öldürmediği, kadınlarla ilişki kurdukları ve hatta bazılarının evlendiği bile biliniyor. Bunların nefesleri çok güçlüydü ve tanımış kastratolardan olan Caffarelli’nin sesinin 70 yaşındayken bile genç kadın gibi çıktığı, 102 yaşında ölen Bannieri’nin 97 yaşında bile güzel şarkı söyleyebildiği söyleniyor.

        Ünlü kastratolardan Allesendro Moreschi’nin ölümüyle (1858-1922) kastrato dönemin kapandığı söylenir. Neyse ki Moreschi plak teknolojisine yetişebildiğinden onu söylediği şarkılardan albüm var dünyanın elinde. Dinleyeni zevkten mest eden sesi olduğu uzmanlarca söylenir.

        Handel operalarında Londra sahnelerinde yer alan iki kadın Francesca Cuzzoni ile Faustina Bardani birbirlerinden hiç hoşlanmıyorlardı. 6 haziran 1727’de verilen konserde iki kadın sahnede birbirlerine girdiler. Saçlar çekildi, karşılıklı yumruklar konuştu ve tabii dedikoduya bayılan Londra basını bundan olağanüstü mutlu oldu.

        Kendisi de bir opera sahnesi açmak işine girmeye çalışan Handel, Londra opera kültürünü teslim almıştı. Londra’yı çok sevmiş olan Handel İngiliz vatandaşı da oldu, dünyayı sarsan büyük eseri Messiah’ı bir ziyaret için gittiği Dublin’de otaya çıkardı. Ama sonra Londra konser seyircisi de Messiah’a bayıldı. Hatta bunu dinlemeye gelen Kral George’un kendini tutamayarak koronun 'Haleluyah' dediği bölümde coşkuyla ayağa fırladığı ve 'Haleluyah' diye bağırdığı da biliniyor. Kral ayağa kalkınca salondaki izleyiciler de mecburen ayağa fırlamışlardı ve bu Messiah’ın her sahnelendiğinde aynı bölüm geldiğinde salonda bulunanların tümünün ayağa kalkması geleneği olarak sürdü geldi.

        Klasik müzikte İngiltere’nin Almanya gibi büyük besteci çıkaramamasını belki bu Handel gibi bir dev isimle başlangıç yapmış olmasıyla yani kriterler başta bu kadar yüksek tutulunca daha sonra bunu yeniden tutturmanın imkansız düşünülmüş olması ile açıklamak bdoğru gibi geliyor.

        BİR DİĞER OLASILIK

        Ama bir başka açıklama ihtimali de var. Ona da Shakespeare etkisi diyebiliriz.

        Shakespeare doğduğu 1564 yılından 52 yaŞında öldüğü 1616 yılında ölümüne kadar İngiltere’yi ve sonra bütün dünyayı resmen yerinden oynattı.

        Yazmış olduğu ve sahneye konulan dramaları en azından adını duymuşuzdur. Hamlet, Falstaff gibi inanılmaz derinlikte karakterler yaratabiliyor ve eserlerinde insanlık durumunu derinden anlamasından gelen bir bilgelik oluyordu. Bu nedenle eserlerinin sadece yazıldığı dönemini değil evrensel insanı anlattığından tüm dönemleri dünyanın her yeri açısından açıklayabildiği söyleniyor.

        Bunları biliyoruz ve ben detaylı tekrara girmeyeceğim. Şu anda burada benim açımdan önemli olan onun eserlerinin anlattığı olayları kurgulayış biçimi ve yarattığı kişilikler ile opera olarak sahnelenmeye inanılmaz elverişli olmalarıydı Onun eserleri daha sonra 200 operanın temelini oluşturdu. Onun eserlerinden esinlenen besteciler arasında Rossini, Verdi, Wagner, Mendelssohn, Berlioz, Thchakovsky, Prokofiev de vardı. Yani belki Almanların abartarak söylediği gibi İngiltere müziği olmayan ülke olabilirdi ama o yazarıyla, edebi gücüyle operayı ve klasik müziği belirlemişti diyebiliriz.

        Ayrıca Shakespeare hemen sahneye konulması için yazan ve bu yöntemle çalışan, bu boyutuyla Handel’e de benzeyen bir sanatçıydı, eserlerinin tümünün dramatik yapısı sahneye konulurken müziğin kullanılmasına çok elverişliydiler ve çoğunda da müzik kullanılmıştır. Bu da seyircinin müzik ihtiyacınını opera kadar olmasa da doyurmuş olmalı.

        Shakespeare, Londra dışından, orta sınıftan eğitimi fazla olmayan bir insandı. Bu yüzden muhteşem eserleri yazanın aslında o olmadığı ve başkalarının yazarak onun imzasını attıkları hep söylenmiştir. Bir ara Freud bile bu efsaneye inananlar grubuna katılmıştı. Bu konuyu ben 'Freud ve Shakrespeare' başlıklı yazımda (15.11.2021) ayrıntılı yazdım ve o yazıda ana derdi Shakespeare'nin kitaplarının asıl yazan kimdi? başlıklı yaygın komplo teorisine bir katkıda bulunmak olan düşünceleri de anlattım.

        Bu yazıya çalışırken danıştığım kitaplar:

        -Jan Swafford 'The Vintage Guide to Classical Music'

        -Harold C. Schonberg 'The Lives of Great Composers- Third Edition

        -Paul Johnson 'Creators from Chaucer to Walt Disney'

        -DAniel Boorstin, 'The CReators- A History of Heroes of the Imagination'

        -Peter Ayckroyd 'Shakespeare the Biography

        Diğer Yazılar