Türkiye'nin neresinde bir deprem olsa bilinçaltımıza itmeye çalıştığımız İstanbul'da yaklaşmakta olan felaket üzerine konuşmalar çok artıyor doğal olarak. Şimdi Malatya'da son yaşanan depremden sonra da bu olacak.
Bilim insanları malum açıklamalarını yapıyorlar. Deprem konusunda duygulara hitap etmeye çalışanların ise sıkça verdikleri örnek Japonya oluyor.
"Japonya’da bilmem kaç şiddetinde bir deprem oldu sadece bir iki kişi öldü bu bizde olsaydı ölecek insan sayısı yüzbinleri bulurdu" sıkça duyabildiğiniz deprem popülizmi örneklerinden bir tanesi.
Duygularımıza bu şekilde hitap edenler bir anda Japonya’ya dönüşmemizin imkansız olduğunu tabii ki biliyorlar ama asıl vurgulanmak istenen, tartışmalarda sıkça tekrarlanan deprem öldürmez bina öldürür fikrini bu defa da Japonya örneğini vurgulayarak bize hatırlatmak.
Anlıyorum bu arzuyu ama Japonya’nın depremle ilişkisinde kullandığı yapı tekniği sadece bir mühendislik mimari anlayışından ibaret değil. Çözüm yolu sadece böyle olsaydı belki işler daha kolay olabilirdi.
Eğer Japonya örneği her depremi hatırladığımızda bize söylenecekse söyleyenin Japon ve Uzak Asya kültürünü biraz daha yakından öğrenmesi gerekiyor.
Uzakdoğu ülkeleri ile Batı aleminin tabiata yaklaşımı temelden farklıdır. Batı aleminde tabiat insan tarafından fethedilmesi gereken üzerine kontrol sağlanması gereken bir olay. Japonya'da ise Shinto inancının gereği tabiat insanın işbirliği yaparak, onun gücünden devamlı öğrenerek, ona uyum sağladığı, sürekli ondan bir şeyler öğrendiği bir güç.
Tabiata bu yaklaşım farklılığı nedeniyle Batı’da manzara resmi ekolü eski bir geçmişe sahip değildir. Bu ekol kolay gelişmemiştir Batı aleminde. Japonya’da ise manzara resimleri hem Japonya’da hem de Çin’de antik zamanlarına kadar giden eski bir geçmişe sahiptir.
Japonlar Fuji Dağı'nı mutlaka keşfedilmesi ve ona uyum sağlamak için anlaşılması gereken bir varlık olarak gördüklerinden bu volkanik dağa defalarca keşifler yapmışlar ve dağa bildiğim kadarıyla sayısı bin 300 olan tapınak inşa etmişlerdir.
Avrupa’nın resim ve edebiyata da yansıyan bir dağ korkusu da kültüründe vardır. Bu yüzden Batı Avrupa’nın en yüksek dağı olarak bilinen Mont Blanc’a 1786 yılına kadar tırmanılmamıştır.
Büyük ihtimalle Fuji Dağı Mont Blanc’dan tabiatı açısından daha tehlikelidir nitekim uzun yıllar boyunca volkanik patlamalar da sıkça olmuştur bu dağda. Ama Japonlar dağın bu patlamalarını onun verdiği bir tür ilahi işaret, tabiatın yenilenmesi ve sevdikleri bazı ruhların kendilerini tabiat aracılığıyla ifade etmeleri olarak gördüklerinden ve duygularını bu şekilde dışa vuran tabiat ile uyumlu denge içinde bir yaşam sürmeleri gerektiğini düşündüklerinden elde var olan belgelere göre Japon tarihinin her bir döneminde Fuji Dağı'na çıkılmış ve bu kültürde Fuji Dağı sanatlarında birçok şiir ve resme konu olmuştur.
Dağ örneğini verdim ki bu kültürün depreme karşı tavrının iyi anlaşılmasını kolaylaştırsın istedim.
Shinto efsanesinde Susawo’nun kız kardeşi güneş tanrıçası mağarasından çıkıp dünyayı aydınlattığı zaman 8 milyon adet kutsal varlık mutluluktan hep birlikte dans etmeye başladıklarında yer sallanıyor, yani deprem oluyor.
Japonlar tabi ki cahil insanlar değiller ama bu inanç onların depremin dahi kutsal olan tabiatın kendisini ifade biçimi olarak düşünmesine ve onu anlayışla karşılamalarına neden oluyor.
İşte bu yüzden depremden sürekli korkarak yaşamak yerine kendi hayatlarını ona uyum sağlayarak sürdürmenin yollarını aramaya başlamışlar.
Tabii bu arayışta en önemli unsur evlerini nasıl yapacakları konusuydu.
Bu konuda Japon farkını anlamak için hem Çin'de hem Japonya’da ağaç ile kurulan ilişkiyi ve tahta temelli mimarinin o kültürdeki önemini anlamaya çalışmamız lazım.
Batı alemi mimarisini taş ile çalışmak üzerine kurdu. Bu Batı’nın tabiatı hükmedilecek bir unsur olarak görmesiyle de uyumlu. Japonya ve Çin tahtayı tabiatta, ağaca yönelik duygularının doğal bir sonucu olarak mimarisinde yoğun kullanmaya başladı. Aslında taş ile çalışmasını da iyi biliyorlar ama antik çağlarından bugüne kadar ayakta kalabilmiş tek bir taş ağırlıklı çalışılmış tapınakları yok! Ayakta kalabilenlerin nerdeyse tamamı tahta ağırlıklı çalışılmış olanları.
Ağaçtan elde edilmiş tahtanın nerdeyse kutsal bir anlamı var o kültürde ve geleneksel Japon ev mimarilerinde de tahta ağırlıklı tasarımlar ortaya çıkarmışlar.
Tahta ağırlıklı mimarinin deprem durumunda az can kaybına neden olacağı bariz ama bunun da bir tek zayıf noktası yangına karşı daha savunmasız olması.
Yangınlar konusunda da Japon kültürünün ilginç bir yaklaşımı var. Yangınları tabiatın bir kendisini yenileme gayreti olarak gördüklerinden ve kendilerinin de bu yenilenmenin bir parçası olması gerektiğine inandıklarından yangın olduğunda ortamın bir an önce yanıp ortadan kalkması üzerine yapmışlar geleneksel ev tasarımlarını.
Geleneksel Japon evinde evin birçok noktasında olduğu gibi kapılar özelikle bahçeye çıkılan bölümler kolaylıkla yerinden sökülüp çıkarılacak şekilde düşünülmüş. Yani tabiatın kendisini yenileme düzeninin bir parçası olan yangın çıktığında onunla tamamen mücadele vermek yerine yangının olduğu yerde alanı azaltıyorlar ki bir an önce yangın istediğini yapsın ve orada yenilenme arzusu tatmin olsun da çevreye de atlamaya gerek duymasın. Evin tahta ağırlıklı parçaları çıkarıldığından ve kalan bölüm kolay yandığından yangın bir evde çıktığında orada bitiyor çevreye atlamadan. Hatta denildiğine göre eskiden yangınla mücadele için gelen itfaiye personelinin üstüne sıkılırmış su eve değil, söküm işini hızlı yapsınlar ve yangın doğal gelişimi içinde olup bitsin diye.
Dediğim gibi deprem de yangın gibi korkulacak bir şey olmaktan çıkarılmış bu kültürün inancında, o yaşanılması gereken uyum sağlanması kaçınılmaz olan bir kutsal tabiat olayı Japonya’da. Evler insana zarar vermeyecek tabiat malzemesiyle inşa edildiğinden yıkım olsa ile can kaybı fazla olmuyor.
Bu tabiatın gücüne uyum sağlamak ideolojisi aslında judo tekniğine de uyumludur. Judoda amaç rakibe kaşı güç kullanmak değil onun gücünü kendi avantajına çevirerek mücadele etme tekniğidir. Depreme, yangına karşı judo tekniğinde olduğu gibi davranılmaktadır tabiatın gücüne uyum sağlamak için bu ülkede
Japon'un tabiata karşı duygularını en iyi anlamak için bir geleneksel Japon evinin içine bakmak gerekiyor. Evlerin içinde bonzai tekniğiyle cüceleştirilmiş ağaçlar bulunabilir ve daha da önemlisi Japon bahçeleridir.
Bir Japon bahçesine tabiata bulunabilecek her şey nehirler, dağlar, vahşi ormanlar, güzel kokulu çiçekler her şey gerçek tabiatın küçültülmüş boyutuyla bulunur. Ve siz bir geleneksel Japon evinin bahçesine çıkarsanız kendinizi geçek tabiatın ıssızlığının içindeymiş gibi hissedersiniz. Bazı bahçelerde sürekli akmakta olan su da şelalenin bir sembolüdür.
Benim Japon bahçelerine tutkum çok tuhaf nedenle başladı. Tarantino’nun Kill Bill filminin sonunda Umma Thurman karakteri kılıç ustası Hattori Hanzo’dan aldığı kılıç ile bir başka kılıçla dövüş ustası O Ren adlı kadın ile Japon bahçesinde karşı karşıya kalır. Kar yağmakta olduğundan insanın içini huzurla dolduran bir ortam vardır. Japon evlerindeki bahçelerin Batı alemindeki bahçelerin aksine bir özelliği de tabiatta olan her mevsimde bir başka güzellik vermesi, her mevsim farklı kullanımlara açık olmasıdır. Bu da tabiatla uyumlu yaşama felsefesiyle uygundur. Neyse o huzurlu ortamda Umma Thurman, O Ren’in kafatasının üst tarafını bir kılıç darbesiyle uçurur ve film biter. Bir huzurlu ortamda olmasını düşünebileceğiniz en son şeyi bize gösteren yönetmen Tarantino da kendi isminin şanına yakışan bir şey yapmıştı anlayacağınız..
Özetle demek istediğim şu, her depremi hatırladığımızda bize Japon örneğinin hatırlatılmasına gerek yok çünkü o örnek inancıyla yaşam kültürüyle bizlerin ufkumuzun tamamen dışında bir şey