Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Hepimiz önümüzdeki aylar içinde mülteciler meselesinde kendimize uyan anlamlı bir tavır ve üzerinde düşünülmüş bir söylem geliştirmeye mecburuz, bu belli artık.

        Türkiye’nin gerçek kamu entelektüeli olan İlber Ortaylı da bu konuya girince bunu bizim de kendimiz için yapma zamanımızın geldiğini daha fazla düşünmeye başladım.

        Gayet tabi ki mülteciler konusundaki düşüncelerimiz bize de sorulmayacak İlber hocaya sorulduğu gibi, ama artık aylarla sayılan zaman sonunda bir seçim de olacak gibi gözüküyor. Bize direkt sorulmasa da mülteciler sorunu hem iç politikada hem de dış politikada lider tavırlarının oluşmasında rol oynayacak.

        Eğer biz mülteci meselesi konusunda düşünceli davranmayı, anlamlı bir söylem tutmayı becerirsek bizden oyumuzu isteyecek liderler hakkında da daha net tavır alabiliriz.

        Şu andaki durumumuz şu gördüğüm kadarıyla; çoğumuz mülteci meselesini sokakta onları görmekle yetindikten sonra ve önyargılarımızı da devreye soktuktan sonra formüle ediyoruz.

        Ancak bu konuda anlamlı bir tavır alabilmemiz ve insani değer yargılarını da dikkate alan tavırlar oluşturabilmemiz için mülteci meselesi hakkında kendi beynimizi eğitmeliyiz.

        İnsanın beynini eğitebilmesi için benim bildiğim tek yol edebiyattır. Çağımız mülteciler ve göçler çağı olduğundan her konuda olduğu gibi bu konuda da hayat kendi edebiyatını yarattı ve yaratmayı sürdürüyor.

        Sokakta veya istemediğimiz bir yerde mültecileri gördüğümüzde duygularımızın sadece gördüğümüz ve önyargılarımız ile oluşmasını önlemenin, hayatta hiçbir insanın bizim zannettiğimiz kadar olmadığını ve her insanda bundan daha fazlasının olduğunu öğreten edebiyattır.

        Ben bir süredir baktım ki mülteciler konusunda önyargılarım ve anlık tepkilerim beni sağlıksız bir şekilde teslim almaya başlıyor, yine ‘tedavi için’ bildiğim tek yola başvurdum ve bu konuda var olan edebi kitapları getirtip okumaya başladım.

        Bugün sizinle mülteci sorunlarıyla ilgili birkaç kitap önerisini paylaşacağım. Bunları bir şekilde okumak imkanınız olursa hiçbir konunun sizin sandığnız gibi olmadığını ve duygularınızın değişmeye başladığın hissedeceksiniz.

        Dediğim gibi mülteciler konusunda çok sayıda edebi kitap var. Ben bugün aralarından seçtiğim birkaç tanesini önereceğim. Bu seçtiklerim tipik örnekleri oluşturuyor ve diğerlerinin de havası, konuya yaklaşımı hakkında bilgi verebiliyorlar.

        Hangi konuyu ele alırsanız alın onunla ilgili genç insanların duyguları ve düşünceleri daima gerçekçi bir insanı boyut içerirler.

        Ben de genç insanların deneyimlerini ön plana çıkaran edebi eserleri ilk sıraya aldım.

        ‘While The Earth Sleeps, We Travel' (Dünya Uyurken Biz Seyahat Ediyoruz) gibi çarpıcı ve tek bir cümleyle duyguları ifade edebilen çalışmada yazar Ahmet Badr gençlerin mülteci deneyimi üzerine düşüncelerinin bir toplanmasını oluşturmuş. Mültecilere tepkili bir insansanız sadece bu kitabı okumanın bile tepkilerinizi eğitmeye neden olabileceğini göreceksiniz.

        Meşhur Malala’nın da göç sorunları ve mülteci deneyimi konusunda birçok yayını bulunuyor. Ama ben Malala neredeyse tek başına bir yayın endüstrisi halinde geldiğinden ve kendisine sanki para kazanmak için bir açılım bulmuş izlenimi verdiğinden onun kitaplarını artık sevgiyle okuyamıyorum. Ama yine de deneyeyim derseniz buna da itiraz edemem.

        Halid Hüseyni’nin 'Sea Prayer' kitabı Suriye’de Homs bölgesinde başlayıp daha sonra deniz geçme macerası da içerdiğinden bize daha çok hitap edebilecek bir çalışma olabilir. Deniz yolculuğuna çıkacakları günün bir gece öncesinde babanın çocuğuna yazdığı mektup çalışmanın ana fikri. Beynimizle birlikte duygularımızı da eğiten türde bir çalışma bu.

        Yine Suriye’den başlayıp İtalya’da sona eren deniz yolculuğunun muhacirler için tehlikelerini sadece başlığı ile bile ifade edebilen ‘In The Sea Where There Are Crocodiles’ (Denizde Timsahlar Var) çalışmasını Sea Prayer ile birlikte okuyabilirseniz çok daha iyi olur.

        İç savaş ile paramparça olmuş Suriye ortamında oluşan bir aşk hikayesi de mültecilere daha insanı bakmamızı sağlayabilir diye düşünüyorum. Muhsin Hamid ‘Exit West’ çalışmasında bunu başarmış. İki sevgili sonunda dayanamayarak mülteci olduklarında sonlarının ne olacağını bilemeseniz dahi o ortamdan birlikte kurtulabildikleri için seviniyorsunuz.

        Bir gazeteci olan Aria Abawi, deneyimli gözüyle iç savaş koşullarının Suriye'sini ve onun ülkeden kaçma zorunluluğunu doğuran koşullarını iyi anlatmış ‘A Land of Permament Goodbyes’ (Kalıcı Hoşçakalların Ülkesi) adlı çalışmasında.

        Bu konuyla ilgisi olabileceğini hiç düşünmediğim Amerikan yazar Dave Eggers ‘What is the What (Ne, Nedir) çalışmasında Sudan’dan ağır koşullar altında diğer çocuklarla kaçmayı başaran Achak Deng’İn hikayesini anlatıyor. Dave Eggers’in mülteci meselesini düşünmeye başlaması da ilginç bir süreç sonucunda olmuş. ‘The Monk of Mokha’ (Moka Keşişi) kitabında Yemenli göçmen Muhtar'ın hikayesi anlatmaya başlayınca göçmenlik nedir, anlamı insan açısından ne diye düşünmeye başlamış Eggers. 24 yaşında ve ABD’de bir evde kapıcılık yapan Muhtar çok sevdiği kahvenin kökenlerini Yemen’de araştırmaya ülkesine gidince göçmenlik nedir ve başka ülkeyi vatan olarak tanımlama süreçleri üzerine düşünmeye başlayınca Eggers de kahramanı sayesinde mülteci sorunları üzerine düşünmüş ve 'What is What’ı da yazmış.

        Konu hakkında en son vereceğim kitap ise beni çok etkilemiş olan Chinelo Okparanta tarafından yazılmış olan 'Under The Udala Trees’ (Udala Ağaçlarının Altında) çalışması. Nijerya göçmen kampında bir genç kız başka bir kıza aşık oluyor ve birlikte hem kampın zor koşullarını hem de cinselliklerine yönelik önyargıların sonuçlarını da birlikte yaşamak zorunda kalıyorlar.

        Gelen mültecilerin sadece vücut değil aynı zamanda insan olduklarını da hatırlamamıza yol açabilecek bir çalışma bu.

        Terörle savaşın romanı

        Terörle savaşın romanı
        0:00 / 0:00

        Büyük savaşları anlatan çoğu da gözleme dayalı kitap ve makale daima yazılır da savaşın büyük romanının yazılması hep aradan biraz zaman geçtikten sonra olur. Örneğin Birinci Dünya Savaşı 1918 yılında sonuçlandı ama savaşın büyük romanı ancak 1929 yılında çıkabildi. Erich Maria Remarque’un ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ ancak bu tarihte yayınlanabildi.

        Büyük savaşların neden olduğu şok ve insan bilinçaltını tahrip eden sarsıcı etkisinin ve duyguların çeşitliliği ve insanın acı şeyleri unutma ihtiyacı nedeniyle bazı hatıraları beyninden silmesinin savaşlara dair romanların yazılmasını biraz geciktirdiği söylenebilir.

        İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaşın büyük romanının gelme süresinin kısaldığını söyleyebiliriz, Çünkü Norman Mailer’in ‘The Naked and the Dead’ romanı 1949 yılında yayınlandı. Savaşın romanının yayınlanmasının bu defa daha erkene çekilmesinin yazarının savaşta toplumsal bilinçaltının çok daha az darbe aldığı Amerika’dan olmasının payı da olabilir.

        O savaşta Avrupa insanının duygu dünyası paramparça oldu bilinçaltlarına dehşet yerleşti, örneğin Austerlitz kitabının yazarı W.G. Sebald havadan yapılan hedefsiz, rastgele saha bombalamalarının sıradan insanı nasıl tahrip ettiğini, bilinçaltlarını nasıl mahvettiğini anlattığı kitabı ‘On The Natural History of Destruction’ yayınlanana kadar Alman vatandaşlarının savaşın sonunda kendilerine yönelik cezalandırma bombalamaları nedeniyle dehşeti nasıl kafalarından silip unutmaya çalıştıkları da tam bilinemedi. Bu ortam dolayısıyla o savaşın romanının bir Avrupalı değil bir Amerikalı'nın yazmış olması bu nedenle şaşırtıcı olmayabilir.

        Mailer kitabından sonra gelen okuduğum en komik romanlardan bir tanesi olan Joseph Heller’in ‘Catch -22’ 1961 yılında yayınlandı ve o romanda sadece İkinci Dünya Savaşı’na değil daha sonra yaşanacak Vietnam Savaşı'na dair gözlemler de vardı bence.

        Foto muhabirlerinin savaşta rolleri üzerine yazdığım 'Robert Capa ve Afganistan’ (27 Eylül) yazısında Vietnam Savaşı ve Afganistan’da ağırlıklı olarak savaşın Amerikan tarafından nasıl göründüğünün anlatılmasını eleştirirken Vietnam Savaşı'nın Vietnam açısından anlatılmasının eksikliğini anlatmış, bunun şimdi Afganistan’da da olduğunu söylemiştim.

        Daha sonra keşfettiğim bir roman bu vardığım sonucun oldukça eksik olduğunu gösterdi bana.

        Meğer Vietnam savaşı hakkında yazılan kitaplar içerisinde en etkileyici olanlardan bir tanesini bir Vietnamlı yazmış. Üstelik diğerleri gibi yine savaşın bitmesinden bir süre sonra 1990 yılında çıkan bu romanın yazarı Bao Ninh, kitabın adı 'The Sarrow of War’.

        Roman, Vietnam savaşının bitmesinden sonra görevi sahadaki asker cesetlerini veya o askerlerden kalan parçaları toplamak olan bir askerin öyküsünü anlatıyor. O askerin düşündükleri yazar tarafından bilinç akışı yöntemiyle aktarılıyor ve o hem geçmişi hem bugünü ve yarını düşündüğünden savaşın sonuçları hakkında çok bilgi alıyorsunuz.

        Batılı eleştirmenlerden çok olumlu tepkiler alan bu romanı dijital ortamda indirdim ve okumaya da başladım.

        SON SAVAŞI KİM YAZACAK?

        Şimdi gelelim günümüze. Biliyorsunuz 11 Eylül’den bu yana dünyamızda resmen ilan edilmemiş bir büyük savaş yaşanıyor. Amerikalılar buna ‘Terörle savaş’ diyorlar. Bu global savaş etkilerini Washington’da, New York’ta, Irak’ta ,Suriye’de, Afganistan’da ve tabii ki Türkiye’de de gösteriyor.

        Amerikan tarafı yüzlerce kitap yayınladı bu savaşla ilgili olarak. Birkaç örnek vermek gerekirse;.

        Ghost Wars: The Secret History of the CIA, Afghanistan and Bin Laden, From Soviet Invasion to September 10, 2001 (yazar Steve Coll), ‘The Dark Side: The Inside Story of How The War on Terror Turned a War on America Ideals (yazar Jane Mayer), The Assasin’s Gate: America in Iraq (yazarı George Packer).

        Örnekleri çok uzatabilirdim ama meselenin nasıl ele alındığını anlamanız için bu örnekler yeterli bence.

        Bu tür çalışmalardan bir tanesini getirtip okumak isterseniz bence Dexter Filkins’in 'The Forever War’ını tercih edin çünkü ben bu kitaptan Geoff Dyer’in ‘The Moral Art of War’ başlıklı makalesini okurken haberdar olduktan ve onun Hunter Thompson’un Hell’s Angels kitabındaki gibi Gonzo bir yazarlık yaptığını öğrendikten sonra kitabı okudum. Çok da doyurucu buldum.

        Bunca çalışmaya ve araştırmacı gazetecilik yazılarına rağmen bu savaşın da henüz büyük romanı henüz yazılamadı.

        Vietnam Savaşı'nın romanını nasıl bir Vietnamlı yazdıysa bu savaşın romanını da ben bir Afganlının veya Iraklının yazmasını umuyorum. Amerikalılar yeterince kitap yazdılar zaten bunun romanı da karşı taraftan gelse iyi olacak.

        DP lideri oyunu bozdu

        DP lideri oyunu bozdu
        0:00 / 0:00

        ‘Oyun teorisine göre Altılı Masanın başarı şansı’ başlıklı yazımda altılı masadaki liderlerin ortak strateji doğrultusunda hareket edip başarma ihtimallerinin bilimsel açıdan ele almak için oyun teorisi bağlamında meselenin düşünülmesi gerektiğini söylemiştim.

        Türkiye’nin geleceğini ilgilendirse de o altılı masa içinde altı oyuncunun yer aldığı ve karşılıklı etkileşim içinde kararlar verecekleri tipik bir oyun teorisi problemiydi.

        Teori, eğer oyuncular kendi aralarında bir Nash Dengesi oluşturamıyorlarsa amaçları ne olursa olsun oyunlarının bozulacağını gösteriyordu.

        ‘A Beautiful Mind’ filminden tanıdığımız Nobel ödüllü John Nash’’n formüle ettiği Nash Dengesi'nde her oyuncu, oyunda kendisinin elinde olan eylem alternatiflerinden birini seçmiş olsa ve diğer oyuncular da buna benzer bir eylem biçimi seçmiş olsalar ve eğer bir oyuncu için seçilmiş eylem, diğer oyuncuların seçtikleri eylemler de göz önüne alındığında, getiri anlamında en iyi eylemse ve bu durum diğer eylemciler için de geçerliyse bu bir Nash Dengesi'dir deniliyor..

        Altılı masa etrafındaki liderlerin böyle bir Nash Dengesi koşullarını oluşturma şartları olmadığından ilk aşamada teoride başarı şanslarının olmayacağı gibi bir sonuca ulaşılabiliyordu.

        Ancak oyun teorisinde bir Baskın Strateji kavramı da yer alıyordu. Buna göre: bir oyuncu tarafından formüle edilen bir strateji, eğer diğer oyuncular ne yaparlarsa yapsın her durumda en iyi kararsa buna oyun teorisi bağlamında Baskın Strateji deniyordu.

        Eğer altılı masa kendisi için her koşulda demokrasiyi oluşturmayı kendine baskın strateji olarak benimserse oyun teorisine göre başarıya ulaşma şansları olabiliyordu.

        Ancak Demokrat Parti genel başkanı Gültekin Uysal’ın sözleri oyunu baskın stratejinin varlığına rağmen, onun üzerine çıkarak bozma ihtimalini gündeme getirmiştir. Oyun teorisinin matematik formüllerine göre bu tehlike hala daha sürüyor. Liderler ancak baskın stratejilerini kendi aralarında yeniden sağlamlaştırırlarsa bu tehlikeyi belki aşabilir ve oyunu optimal başarıya ulaştırmayı hala daha sürdürebilirler.

        Muhalefetin 'Çocukluk Hastalığı'

        Muhalefetin 'Çocukluk Hastalığı'
        0:00 / 0:00

        Kendilerine ‘Muhalif’ diyen kanallardaki yorumcuların kendi içlerindeki ve birbirleriyle tartışmalarını izlerken geçmişte uzun yıllar boyunca içinde yer aldığım sisteme muhalif cephede yer alan beyinlerde maalesef sık görülebilen bir çocukluk hastalığının yeniden hortlamış olduğunu görüyorum.

        Sisteme muhalif bir insanın teorik düşünmeye açık bir insan olması tanım gereği gerekiyor. Ancak bazen muhalif beyinler kendilerine kurmuş oldukları teorik yaklaşımın şehvetine kapılarak normalde daha sakin konuşup anlaşmaları gereken diğer muhalif beyinlere karşı sert ve yıkıcı olabiliyorlar.

        Türkiye’de Marksizmin tarihi bu tür örneklerle doludur.

        Ben son çıkan tartışmaları ve edilen yıkıcı lafları duyduğumda uzun yıllar önce yaşadığım bir olayı hatırladım.

        Uzun yıllar önce Ankara’da bir evde 6 Türkiye İşçi Partili katledilmişti. Onların cenaze töreni için düzenlenen büyük yürüyüşe katılmak için alana geldiğimde kendilerince alanı koruma işini yüklenmiş kol kola girmiş insanların engel oluşturduğu bölgeye vardım. Benim göğsümde taşıdığım o günlerde sempati duyduğum sol cephe içindeki örgütün adını görünce koruma işini üstlenmiş onlar beni alana almayacaklarını söylediler. Ben "Ne alakası var. Burada hepimizin ortak bir acısı var ve ortak tehdide karşı yürüyoruz bırakın da geçeyim" dememe rağmen beni yürüyüşün ana gövdesi içine almadılar.

        Bu çocukluk hastalığı kendi Marksist tarihimde sıkça rastladığım bir tavırdır ve ne yazık ki çıkan son tartışmalara bakınca bazı adetlerin değişmediğini de görüyorum.

        Diğer Yazılar