Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Her gün çarşı pazardaki yüksek fiyatların tek tek yeniden sayılması ve bunun her yerde, halkın pahalılık şikayetleri ile tekrarlanmasının toplumsal sonucu nedir?

        Yönetime muhalif gazeteciler bunu bir ihtimal siyasi tepkiye yol açar diye yapıyorlar. Daha dengeli haber vermeye çalışanlar ise herkes kendi hayatından bu fiyatları zaten bildiği halde bunu öğrenme hakkı çerçevesinde vermeyi sürdürüyorlar.

        Bu haberlerin insana "Benim gibi herkes zorluk çekiyor, herkes benim gibi şikayet ediyor, ben yalnız değilim herkes benim durumumda" diye düşündürüp, bir tür Jung yöntemiyle tedaviye yol açması ihtimali vardır. (Carl Jung psikolojik sorunların bireyin bilinçaltı ile kolektif bilinçaltının uyumsuz olmasından kaynaklandığını ve terapinin işinin bireysel bilinçaltı ile toplumsal bilinçaltının uyumunu sağlamaktan ibaret olduğunu düşünüyordu)

        Ancak piyasadaki fiyatlara bu kadar fazla yoğunlaşmanın, terapik etkisi yanında bunu çok daha derin ve uzun vadeli olumsuz etkileri de olabilir. Fiyatlara ve pahalılığa konsantre olan düşünceler bizim asıl önemli olan konuyu tartışmamızı engelleyebilir.

        Fiyatlar birer sinyaldirler. Üreticinin, tüketicinin davranışları konusunda bir sinyal vermenin yanı sıra ekonominin üretim sistemi hakkında da bir bilgi verir fiyatlar.

        REKLAM

        Toplumun büyük bölümü fiyatların yükselmesine konsantre olduğunda ve kurtuluşun ancak bu fiyatların düşmesinde olduğuna karar verildiğinde aynı zamanda o fiyatların bir göstergesi olduğu ekonomik sistem ile ilgili onay da üstü kapalı biçimde verilmiş oluyor. Asıl sorun olan sistemi değiştirmeden sadece sonuçlarını değiştirelim deniliyor çünkü.

        Ancak bugün Türk ekonomisinde yaşananlar aslında yapısal bir sistem sorunudur. Bugün Türkiye kapitalizminin durumu ve onun dünya kapitalist sistemi içindeki yeri bütün tartışılan sorunların temelindedir.

        Türkiye asıl sorunların sadece bir göstergesi olan ürün fiyatları veya döviz kuru gibi göstergelerle uğraşmak yerine sistemi ve Türk ekonomisinin dünyadaki yerini değiştirmeye konsantre olmalıdır.

        Bu yapılmadığı takdirde bir yönetim, bazı fiyatları bir gün aşağıya çektiğinde halkta "Galiba durum iyileşiyor" yanılsaması olacaktır ama asıl temeldeki sistemik sorun çözülmediğinden rahatlamanın geçici olduğu ortaya çıkınca var olan hayal kırıklığı daha da artacaktır.

        Yüksek fiyatların, hayat pahalılığının saatlerce günlerce tartışılması ve pahalılık şikayetleri Marksist düşünür Antonio Gramsci’nin kullandığı biçimiyle devlet dışı özel kurumlar eliyle sistemin var olan hegemonyasını sağlamlaştırmak sonucunu doğurmaktadır.

        Fiyatlar gibi göstergelerle uğraşmak yerine bugünkü sistemi ve onun dünyadaki yerini sorgulayacak ve alternatif bir, ideolojik hegemonya sağlayacak kapsamlı sistem tartışmasına ihtiyaç vardır. Bu Türkiye’de, sanıldığı kadar zor olan bir şey de değildir. Çünkü bizim geçmişimizde Atatürk’ün genç Cumhuriyetimizde yaratmış olduğu ekonomik mucize örneği bulunmaktadır.

        Bizim bugünkü durumdan sağlam biçimde kurtuluşumuz pahalılıktan yakınmak ve bunun çözümü üzerine yoğunlaşmak yerine kalıcı, kendini yenileyebilen sistemik bir dönüşümü gerçekleştirmektir.

        Bunu nasıl yapılabileceğini bize Atatürk’ün yaratmış olduğu büyük ekonomik mucize göstermekte ve asıl kurtuluşun planlı programlı devletçilik modeli ile dünya kapitalist sisteminde bir çevre ülke konumunda olan Türkiye’yi ilk önce yarı-çevre daha sonrada bir merkez ülke haline getirecek sisteme geçmektir.

        Bu daha önce 1923’den itibaren başarıldı şimdi niye olmasın?

        Cumhuriyetimizin ekonomi mucizesi

        Cumhuriyetimizin ekonomi mucizesi
        0:00 / 0:00

        Atatürk’e yönelik arada bir kesinlikle bilgiye dayanmayan ağır laflar söylendiğinde içim acıyor. Bu tür lafları duyduğumda içimde hissettiğim acı sadece bu büyük insana duymakta olduğum minnet ve saygının rencide olmasından değil. Onun döneminde Türkiye ekonomisinde yaratmış olduğu mucizenin de bu kadar az minnetle karşılanmasından duyduğum şaşkınlıkla da alakalı.

        Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde sıra doktora tezi yazmaya geldiğinde benim kendime seçtiğim konu ‘Demokrat Parti Döneminde Türkiye Ekonomisi'ydi. Ancak tezin bu ana başlığının alt başlığında ‘Ekonomik kalkınma süreçleri üzerine bir deneme’ de yazıyordu. Çünkü o dönemi anlayabilmek için öncesinde de ne olduğunun çözümlenmesi lazımdı.

        Bu yüzden çalışma aslında 1923 yılında başlayıp dönemler halinde 1946 ve sonrasına getiriliyordu.

        İşte ben bu çalışma sürecinde Atatürk’ün yaratmış olduğu ekonomik mucizeyi bilimsel açıdan da anlamış oldum.

        Çalışmanın başında ülkenin başlangıç verilerini incelediğimde inanır mısınız bende bir panik oluştu. Çünkü Atatürk yönetime geldiğinde genç cumhuriyetin ekonomisi resmen yoktu.

        Sanayi zaten hiç yokmuş denilecek düzeydeydi, tarım vardı ama üretim düzeyi çok düşüktü. Üstelik Birinci Dünya Savaşı sürecinden geçen dünya adım adım büyük bir global ekonomik krize (1929) yaklaşmaktaydı. Dünyada o koşullarda her ülke kendi başının çaresine bakmakla meşguldü, kimsenin Türkiye’ye istese bile borç verecek ve yardım edecek hali yoktu. (Sovyetler Birliği kendini kapitalist dünya sisteminin dışına çektiği için Türkiye'nin yanında durabildi bir süre)

        Anlayacağınız neredeyse sıfır düzeyinde ekonomi devralan Atatürk o sıfırdan bir ekonomiyi resmen yaratmak zorundaydı. Üzerinde zaten yeterince iç ve dış siyasi baskı vardı. Yepyeni bir cumhuriyet oluşturuluyordu. Kültürde ve sosyolojik çözüm bekleyen ağır problemler yanında bir de sıfır ekonomiden yen bir ekonomi yaratmak gerekiyordu.

        Bilimsel açıdan neresinden baksanız yapılması imkansız gibi gelen bir büyük işti bu.

        Söz konusu olan bir doktora tezi çalışması olduğundan duygularımın beni teslim almasına izin vermeyerek bilimsel verilerden adım adım olanları belgeledim.

        Global dünyanın o kriz koşullarında savaştan yeni çıkmış bir genç Cumhuriyetten, Atatürk olağanüstü vizyonu ve liderliği ile nerdeyse sıfır düzeyinde ekonomisi olan ülkede öldüğü gün hayli güçlü çalışan ve değer üreten bir ekonomi bırakmıştı halkına.

        Türkiye 1934 yılının ilk ayında Birinci Sanayi Planı’nı kabul etti.

        Bu sanayi planında tamamlanması öngörülen 20 tesisten 19’u planın dönemi sonunda başarıyla tamamlanmıştı.

        Planlı programlı devletçilik ile sıfır ekonomiyle başlanan ülkede Atatürk sağlam bir sanayi yapısı oluşturmuştu.

        1923-29 döneminde milli gelirde sanayinin payı yüzde 11.4 iken 1933-39 döneminde yüzde 16.9 a yükseldi. Yine aynı dönemlerde milli gelirde yatırımın payı yüzde 9.1’den yüzde 10.7’ye yükseldi. Dönemde sanayide ortalama büyüme oranı sıkı durun yüzde 10.2’ydi. Milli gelirde ithalatın payı yüzde 14.5 düzeyinden yüzde 8.9’a düşürüldü.

        O günlerde dünyadaki hiçbir ülkenin yapmayı bile düşünemeyeceği şeyi Atatürk başarıyor ve gerçek bir mucize yaratıyordu. Bütün bunlar olurken ülkenin ulaşım altyapısı da sağlam biçimde yerli kaynakla kuruldu. Tarım sektöründe de verimlilik attırılmıştı.

        Bir ülke tarihinde böyle bir dehaya nasıl sahip olma şansı olur da bugün bazı insanlar onun kıymetini bilmezler bunu dünyada kimse anlayamıyor. Ben de açıkçası bütün bu yapılanları da bildiğimden Atatürk’e dil uzatıldığında hem üzülüyor hem de utanıyorum.

        Oysa bugün o dönemden öğreneceğimiz çok şey bulunmakta. Çünkü bugünkü koşullarımız gittikçe hızla Atatürk'ün ekonomi mucizesini yaratmaya giriştiği yıllardaki başlangıç koşullarına benzemeye başladı. Yani biz de birçok açıdan sıfırlanmış bir ekonomiyi yeniden yaratmaya girişeceğimizden Atatürk'ün yaptıklarından öğreneceğimiz çok şey var.

        Planlı programlı ekonomi

        Planlı programlı ekonomi
        0:00 / 0:00

        Planın, programın ve devletçiliğin sosyalizm olacağını ve bunların piyasa ekonomisini bozup daha da büyük sorunlara yol açacağı ideolojik saldırısı daima yapılır. Oysa bu düşüncenin gerçekle uzaktan yakından bir alakası yoktur.

        Burada aslında her şey sizin devletçilik sisteminde nasıl bir plan yaptığınızla ilgilidir. Emredici plan vardır. O sistemde devlet her üreticiye, hangi malı ne miktarda ne sürede üreteceğini emreder.

        Ama bir de yol gösterici plan da vardır.

        Yol gösterici planda üretici ve tüketiciler açısından piyasa koşullarında var olabilecek belirsizlikleri ve yanlış beklentileri ortadan aldıracak plan, program piyasa ile birlikte çalışılarak oluşturulabilir.

        Türkiye’nin elinde bu tür bir planı kısa sürede ortaya çıkaracak birikimli bilgili kadroları tabii ki var. Ve devletçi ekonomide sosyal devlet politikalarıyla birlikte piyasadaki düzensizlikleri ve belirsizlikleri ortadan kaldıran bir program, bir plan da olduğu takdirde Türkiye ekonomisinin bugünkü durumunda hızla çıkıp kısa sürede bölgesinin İsviçre’si (Dünya sistemi teorisyeni Immanuel Wallerstein’in deyimiyle bölgesel merkez ülke) olmaması için mantıki hiçbir neden yoktur.

        CHP lideri tarihin bitmediğini söyledi

        CHP lideri tarihin bitmediğini söyledi
        0:00 / 0:00

        Kemal Kılıçdaroğlu neoliberalizmin ölmüş olduğunu söyleyerek, liberal ekonomilerin gelişmesiyle ve yapılarının kurumlaşmasıyla tarihin sonunun gelmiş olduğunu söyleyen ve bundan sonra gidilecek yeni bir yol olmadığını söyleyen teorilere de net bir cevap vermiş oldu.

        Hatırlayın Francis Fukayama 1992’de yayınlanan ‘The End of History and The Last Man’ başlıklı üzerinde çok tartışma çıkmış olan kitabında neoliberal politikalar ve bunları kendisine model olarak almış Batı tipi demokrasiyle insan tarihinin sonuna gelindiğini ve özelikle Amerikan örneği olduğunda insanın evrimle bundan daha ileriye gitmesin mümkün olmadığını ve bu nedenle tarihin de sonunun geldiğini söylemişti.

        Gerçi Derrida gibi düşünürler. Fukayama’nın Marksizme karşı zafer kazanmak için teorilerinde üzerinde fazla düşünmeden hayli aceleci davrandıklarını söylese de Fukayama’nın tezi bir dönemde hayli çok tartışılmış ve bazı düşünürler tarafından da kabul edilmişti.

        Ben bu aşamada Kemal Kılıçdaroğlu’nun neoliberalizmin ölmüş olduğunu söylemesini çok önemsiyorum. Çünkü CHP lideri yaklaşımıyla tarihin aslında bitmemiş olduğunu ve eğer partisi geçmişinde bulunan Atatürk otonomi modelini yeniden canlandırmayı başarırsa tarihin Türkiye tarafından yazılacağını söylüyor.

        Dünyanın en büyük lideri

        Dünyanın en büyük lideri
        0:00 / 0:00

        Sanırım Atatürk’ü dünyanın en büyük devlet adamı olarak tespit eden bilimsel çalışmayı Türk medyasında yıllar önce ilk kez ben yazmıştım. Onun yaratmış olduğu ekonomik mucizeyi yazarken o yazıyı tekrardan hatırladım.

        Çalışmayı yapan Türkiye’ye bile hiç gelmemiş olan Amerikan psikiyatri profesörü Arnold Ludwig.

        Adı ‘King of the Mountain’ (Dağın Kralı) olan çalışmasında Ludwig dünyada 377 lideri ele alıp onları 200 kıstas çerçevesinde değerlendirip 1'den 31'e kadar puanlar veriyor.

        Çalışma çok kapsamlı ve 18 yıl sürüyor.

        Sonunda liderlerden Roosvelt ve Mao 30’ar puan alırken Churchill 22 Kennedy ise 15 puan alabiliyor.

        Dünya liderleri arasında tek bir lider 31 tam puanla ilk sırayı alıyor. O lider de tabii ki Mustafa Kemal Atatürk. Çalışmada 'Visionary' yani ileriyi gören, büyük görüş gücü olan sıfatıyla Atatürk 20’nci yüzyılın en büyük devlet adamı olarak tespit ediliyor.

        Onun ekonomi alanında yapmış olduğu büyük işi yine bilimsel verilerle görmüş olduğum için bu sonuç beni tabii ki şaşırtmadıydı ama ilk yazdığımda da söyledim keşke bu çalışma Türkiye'de çok okunsa da anlamayanlar da anlasalar konuyu.

        Diğer Yazılar