Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bu arada moda oldu ya, hangi sorunumuz varsa, birileri çıkıp başka ülkelerde de durumun böyle olduğunu ve hatta oralarda durumun daha kötü olduğunu anlatıp bizi güya rahatlatmaya çalışıyorlar ya.

        Başlığa çıkardığım gençliğe özgü problemlerin de aslında global bir mesele olduğunu baştan söyleyebilirim.

        Ama bu sizi sakın ha rahatlatmasın, gençlerin 21’inci yüzyılın bu dünyasında kendilerini gittikçe yalnız, çaresiz ve çıkış yolları kapanmış olarak hissetmesi durumu evet dünyada maalesef var.

        Ancak Türkiye’de gençliğin üzerinde hissetmekte olduğu baskılar daha da ağır. Ülkemizde gençler diğer ülkelerin gençlerinden daha da fazla hiçleşmiş gibi hissediyorlar.

        ‘Ev genci’ diye bir kavram oluşmak zorunda kalındı bu yeni durumu anlatabilmek için.

        Global düzeyde bu kavramı anlatmak için NEET (Not in Education, Employment or Training) kullanılıyor yani eğitimde olmayan, işi de olmayan ve bir iş için eğitimden de geçmekte olmayan gençlerin durumunu ifade ediyor bu 'Neet'. Açıkçası evde oturmak zorunda olan, yani ev genci anlatılıyor bununla.

        Yapılan bütün çalışmalarda bu ev genci oranında Türkiye OECD ülkeleri arasında daima birinci çıkıyor. Gençleri üzmek konusunda bir numarayız anlayacağınız.

        Üstelik o ülkelerde gençler, o anda ev genci konumunda olsalar da, yakında bunun düzelebileceğini ve bir ihtimal iş bularak evden çıkacakları umudunu taşıyorlar, bizde ise bu umut gittikçe hızla yok oluyor maalesef.

        Bunun sonucunda ev gençlerinde ‘işsizlik kaygısı, öfke, hiçlik duygusu, hayal kırıklığı ve gelecekten umutsuzluk' çok yaygın görülen ruh hali oldu birçok araştırmaya göre.

        Türkiye üstelik çok da genç ülke. Yani gençlerin nüfus içinde sayısı hayli fazla. (Yüzde 16'ya yaklaşıyor bu oran).

        Bilimsel çalışmalar, ev gençleri gelecekte durumlarının değişme ihtimalinin çok düşük olduğunu düşünmeye başladıklarında kendilerini inanılmaz derecede yalnız hissetmeye başladığını, hiçlik duygusunun da ruhlarını bastığını ve bunun kaçınılmaz sonucu gençlere özgü depresyonun ağır koşullarının oluşması olduğunu gösteriyor.

        Üstelik bu durundaki gencin kendisine bir çıkış yolunu oluşturacağını sandığı cep telefonu ile ulaştığı sosyal medya da depresyonunun daha da arttırmasına neden olabiliyor.

        Sosyal ve ekonomik şartların bizden çok daha hafif olduğu ülkelerde 2009 ile 2021 yılları arasında ağır depresyonun eşiğinde olacak kadar yoğun üzüntü çeken genç nüfusun oranı yüzde 26’dan yüzde 44’e ulaşmış durumda. Bizdeki ağır koşullarda bu durumdaki gençlerin genç nüfus içindeki oranına bilimsel bakılsa kim bilir oran ne düzeyde çıkacaktır?

        Ben de dahil herkes yaşadıklarımızı anlamak için kendimizi referans alıyoruz. Bunu yapmaktan bir an önce çıkıp kendimizi değil sadece gençlerimizin durumunu düşünmeye başlamalıyız.

        66 yaşımda ben kendimi bu kadar üzgün ve depresyon eşiğinde hissederken bir de gençlerin durumunu düşününce onlarda büyük ihtimalle felaket koşullarının hüküm sürmesi gerekiyor bence.

        Gençler üstlerine basan hiçlik, yalnızlık duygusundan kurtulabilmek için sosyal medyadan da medet ummaya başladıklarında özellikle Snapchat ve Instagram gibi ‘görüntü ağırlıklı platformları’ yoğun kullanmaya başladıklarında ağır depresyona giden yolun daha da açılabildiği söyleniyor.

        Bu platformları tercih eden gençlere üstelik bir de olumsuz, negatif yorumlar da gelirse, zaten var olan hiçlik duyguları daha da artabiliyor ve ne yazık ki bunalımları çok daha yoğunlaşıyor.

        Sosyal ve ekonomik koşulları bizden çok daha iyi olan Batı ülkelerinde yapılan araştırmalara göre genç kadınların ağır bunalıma girme oranı her dört kızdan birine ulaşmış durumda. Kızlar arasındaki bu oran erkeklerin iki misline çıkmış oralarda.

        Yine ayrı çalışmalara göre gençlerin yüzde 85’i YouTube, yüzde 72’si Instagram, yüzde 69’u Snapchat, yüzde 51’i Facebook, yüzde 32’si Twitter’ı tercih ediyor.

        Görüleceği üzere görüntü ağırlıklı medyayı tercih daha fazla ve bu da zaten var olan olumsuz duyguların ve olumsuzluk algısının artmasına yol açıyor.

        Tarihi ne zaman olursa olsun önümüzde bir seçim var gibi gözüküyor şimdilik. Bugünkü yönetim gençler hakkında iyileştirici ne yapmayı düşündüğü yolunda bir işaret nedense fazla vermiyor. Yönetime talip olanlar ise gençlerimizi bir an önce bu durumlarından çıkarmak için somut neler yapacaklarını bir an önce anlatsalar iyi olacak. Hiç olmazsa gelecek için bir umudun doğmasına bile yol açsalar hepsi de çok kıymetli olan gençlerimizden en azından bir bölümünü kurtarabilirler gibi geliyor bana. Gençleri hiç düşünmeseler bile 7 milyon yeni genç seçmenin olacağı gerçeği onları harekete geçirmeli.

        Ben kendim için gelecek planları yapmayı doğal olarak bıraktım. Ama ne kadar zamanım kalmış olursa olsun o gelecekte hak ettikleri gibi neşeli olabilen, eğlenen, hayatlarından keyif alabilen mutlu gençlerin olamadığı bir toplumda yaşamak istemediğimi kesinlikle biliyorum. Benim gençlerin mutlu olmadığı bir ortamda mutlu olabilmem katiyen mümkün değil. hakkımda bunca yıldan sonra hiçbir şey öğrenmediysem bile en azından bunu öğrendiğimi biliyorum.

        Gençlerin kahraman benliği

        Gençlerin kahraman benliği
        0:00 / 0:00

        Tüm sanat dallarında bu sorun vardır ama özelikle edebiyatta yaratan kişinin benliğinin sanatına yansıması Batı aleminde oldukça zor olmuş ve zaman almıştır.

        Kadın sanatçılar kendi benliklerinin baskı altına alınmasının ağır sonuçlarını uzun yıllar boyunca çekmişlerdir.

        Bu yüzden kadın yazarlar uzun yıllar boyunca roman yazmalarına uygun ortam olmadığından mektup yazarak benliklerini ifade etmişlerdir.

        Marcel Proust, James Joyce, Virginia Woolf gibi neredeyse tüm yazı sanatlarını kendi benlikleri üzerine kurmuş ve kendi iç monologlarını yazan ustalar yazar benliğinin yazı dışında tutulması geleneğini yerle bir edince 19’uncu yüzyıldan itibaren yazanın benliği romanın asıl konusu olmaya da başlamıştır.

        Gençlerimizi her an düşünmemiz ve onların sorunlarına bir an önce yoğunlaşılması gerektiğine inandığımdan bugün sanatta benlik meselesini genel anlamıyla değil bunun gençleri ilgilendiren boyutuyla ele alacağım

        18’inci yüzyıl Almanya’sında genç insanlar sanatta, siyasette ve her alanda var olan düzenin, eski alışkanlıkların atık kendilerini tatmin etmediğini ve bazı şeyleri artık farklı yapmanın zamanı geldiğini, insan kitap yazıyorsa da siyaset de yapıyorsa bunu coşkulu ve duygularını tam ifade etmekten korkmadan yapması gerektiği söylemeye başladılar.

        Bu dönemde çok ifade edilen biçimiyle gençler artık dünyadan ve kendilerinden mutlu değillerdi ve bu tatminsizlik onlara acı da çektiriyordu.

        Johann Wolfang von Goethe’nin yaratmaya başladığı dönemde ortaya çıkan bu harekete Sturm und Drang (Fırtına ve Stres) adı verilmişti.

        Harekete verilen bu ada bakıp "Ne yani bu adın ne özelliği olabilir ki zaten fırtınalı ve stresli olmak her dönemde her yerde genç ruhun doğal bir hali değil midir" diye düşünenleriniz olacaktır.

        Evet tam da bunu söylemek istiyordum zaten, her genç insan özellikle Akdeniz ruhu da taşıyan Türk gençleri fırtınalı ve stresli ruh halindeler. Edebiyatta kendini çoşkulu cesur ifade etmeye çalışan benliğe ‘Kahraman Benlik’ (Heroic Self) denilmeye başlandı. (Daniel Boorstein, ‘The Creators, A History of the Heroes of Creation’ s.598-601)

        Evet bizlerin unutmuş gibi davrandığımız gençlerimizin her biri birer ‘Kahraman benlik’ler. Biliyorum hepsinin içleri coşkuyla dolu ve daha önce yürünmemiş yollardan yürümek, yaratmak arzusundalar ve var olanları yıkıp yenisini yaratmak için içlerinde ateş yanıp duruyor..

        Almanlar insanın durumunu anlatan zor kelimeler üretmekte oldukça yeteneklidirler. Dönemin gençliğinin durumunu anlatmak için kullandıkları Weltschmerz (dünyanın durumundan memnun olmamak ve acı çekmek) ve Ichschmerz (insanın kendinden memnun olmaması ve acı çekmesi) nerdeyse 300 yıl sonrasındaki Türk gençlerinin durumunu anlatmak için üretilmiş gibidirler.

        İçlerindeki bütün yaratıcı enerjiyi baskı altına alıp evde oturmaya mahkum ettiğimiz, popülist duygular tatmin olsun diye orada burada açılan lüzumsuz adı güya üniversite olan yerlerden verilen diplomaların sadece bir kağıt parçasından ibaret olduğunu acı gerçeğini yüzlerine el birliğiyle sıvadığımız, artık aşık olmaktan bile korkan, bırakın geleceği yarını bile düşünemeyen gençlerimizin acı çekmekte olduklarını ne olur görelim.

        Sokakta konuşulan genç insanların neleri nasıl anlattığına baktığımda onların ruh alemine giriyorum ve içimi olağanüstü bir melankoli kaplıyor.

        Yukarıda Almanların genç ruh halini anlamak içim kullandığı iki kelimeyi yazdım. Bu kelimelerin birlikte kullanılmasının Wertherizm kavramını da ürettiğini bilmemiz gerekiyor. Bu kavram edebiyatta var olan düzene, geleneğe başkaldırıyı ifade etmek için kullanılsa da aynı zamanda Goethe’nin 1774 yılında yazmış olduğu ‘Genç Werther’in Acıları' adlı kısa romanına da atıfta bulunuyor.

        Koşullar gereği melankolik olan, acı çeken ve mutsuz olan gencin o romanda sonu iyi olmamaktadır.

        Eğer ülkemizin en kahraman benliklerini ve en yaratıcı olabilecek cesur insanlarını gözden çıkaracak kadar ve de ülkemizin geleceğini karanlığa bulayacak kadar acımasız ve duygusuz değilsek umutsuzluğun pençesinde olan gençlerimizin önüne tünelin sonunda bir ışık gösterecek bir planı acilen koymalıyız.

        Türkiye hiper-gerçeği

        Türkiye hiper-gerçeği
        0:00 / 0:00

        Gençlerimizin durumu yukarda anlattığı gibi ama ya onların önüne bir umut planı koyması gerekenlerin durumu nasıl acaba.

        Yaşadığımız süreçlerden, travmalardan sonra hepimizin beyninde bir çölleşme yaşanmaya başlandı.

        Fransız sosyolog Jean Braudrilard, Amerika’yı gezdikten sonra ülkedeki durumu anlatmak için ‘hiper-gerçeklik’ kavramını üretti.

        Bugünün Türkiye’sini de görseydi Braudrillard kavramın ne kadar isabeti olduğunu anlayacaktı büyük ihtimalle.

        Braudrillard bu kavramı özelikle Amerika’nın çöllerini gördükten sonra formüle etmişti. Çöller ıssızlıkları, durgunluğu ve sakinliğiyle sanki geçmiş ve gelecek hiç yokmuş ve hayat sadece bugünden ibaretmiş duygusu verebilir insana. Braudrillard bundan yola çıkarak Amerikan kültürünün de geçmişi ve geleceği yokmuş gibi sadece bugünlük anlık hazlarla yaşayan kültürsüz bir ülke olduğunu ve ABD de hiper-gerçekliğin egemen olduğunu söylemiştir.

        Türkiye’de ise geçmişi, bizim bugünkü sorunlarımızı çözmeye yaradığı ölçüde düşünmeye başladık. Yani elimizde çok ciddi belgeleri, kayıtları da olduğu halde o geçmiş bizim için sadece ideolojik bir olgu haline geldi. Bugünkü sorunlarımızı aşmaya yarayacağını sandığımız bir ideolojik alet o geçmiş artık çoğunluk için.

        Bugünkü sorunlarımız o kadar fazla ki geleceğimiz ise hiç yokmuş gibi davranabiliyoruz. Sadece bugünü aşmak, bugünü tamamlamak, bu gece sofraya yemek koyabilmek ve bir şekilde bir gün daha ayakta kalabilmek için yaşamaya başladı çoğunluk.

        Yani geçmişi ve geleceği yokmuş gibi sadece bugünü yaşayan ABD gibi biz de kendi hiper-gerçekliğimizi kurmuş durumdayız.

        Bu hiper-gerçeklik durumu kültürel çölleşme aşamasına doğru gidiyor. Yaygın kültürsüzleşme ve vasatlık salgını var.

        Hiper-gerçeklik içinde yaşamaya adapte olmaya çalışan beyinlerimiz ise düzgün düşünemez, eskilerin illiyet bağı dedikleri neden ile sonuç arasında bağlantılar kurma yeteneğini de kaybetmeye başladı.

        Bu illiyet bağını kurma yeteneğinin toplumda kaybolmasının sonuçları birçok alanda çıkabiliyor. Örneğin hakkında hiçbir hukuki delil olmayan bir kişiye müebbet hapis işte bu nedenle verilebiliyor, ekonomi teorisindeki yeri yüzyıllardır zaten beli olan 'Faiz' kavramına işte bu nedenle yeni ve fantastik tanımlar getirilebiliyor.

        Örnekleri çok artırmak mümkün ama nedenlerle sonuçlar arasında düzgün bağlantılar kurma yeteneğini yeniden kazanmadıkça yani hiper-gerçeklik ortamından kurtulunmadıkça bizden yardım bekleyen gençlerimiz önüne tutarlı bir kurtarma planı koyabilmemiz mümkün gözükmüyor.

        İlber Hoca'dan gençlere hayat bilgisi

        İlber Hoca'dan gençlere hayat bilgisi
        0:00 / 0:00

        Benim İngilizcede içimi umut ve coşkuyla dolduran kavramların başında ‘public intellectual’ gelir. Türkçeye kamu entelektüeli olarak çevirebileceğimiz bu kavram kendilerine seçtikleri dalda başarılı ve üretken olan ama bununla yetinmeyip toplumu ilgilendiren her konuda iyi düşünülmüş tavırları kamusal alanda alan, söyleyen düşünce insanlarını anlatır.

        Batı alemine bunun çok örneği vardır. Albert Einstein, Susan Sontag, E.P. THompson, Andre Malraux, Albert Camus, Jean Paul Sartre, Raymond Williams birer etkili kamu entelektüeliydiler. Bunların yazılarını konuşmalarını elimden geldikçe okuyup öğrenmeye çalışıyorum. Ancak benim için en büyük kamu entelektüeli Bertrand Russell’dır. Russell matematiğin felsefi boyutunu inceleyen bir filozof olduğu halde hayatı boyunca her somut sosyal, kültürel, siyasi konuda yazılar yazmış teorik müdahalenin yanı sıra aktif eylemci de olmuştur. 90’lı yaşlarında bile önde gelen teorisyenlerinden olduğu nükleer silahlanmaya karşı hareketin bir protestosunda tutuklanmıştı bile.

        Genç arkadaşlarıma tavsiyem Türkiye’nin Bertrand Russell’i olarak gördüğüm İlber Ortaylı'nın bir kamu entelektüeli olarak düşüncelerini aktardığı çalışmaları mutlaka okumanızdır. Kitapların bu koşullarda sizlere yardımcı olacağına eminim.

        İlber Hoca bu kitaplarında kendi alanı dışında, yaşanmışlıktan gelen bilgeliği ve büyük bilgi ve kültür birikimi ile insanlara özellikle gençlere yaşamı daha iyi ve daha güzel ve daha verimli yaşamaları için tavsiyelerde bulunuyor.

        Bu tür çalışmalarının ilk kitabı ‘Bir Ömür Nasıl Yaşanır’ şimdi de ‘İnsan Geleceğini Nasıl Kurar (Kendini İnşa Etmenin Yolları)' yayınlandı. Bu aralar ikinci kitabı büyük keyifle okumaktayım. Özelikle üstlerinde çeşitli baskılar olduğunu tahmin ettiğim ve kendilerini çevrilmiş ve yalnız hissedebilecek gençlerin bu kitapları okumalarını ve bunları baş uçlarından bir süre ayırmamalarını tavsiye ediyorum.

        Can sıkıntısı

        Can sıkıntısı
        0:00 / 0:00

        Danimarkalı filozof Soren Kieergerard can sıkıntısının insanın anlamlı bir hayat sürmesi yolundaki en büyük engel olduğunu düşünüyordu.

        Eğer bu doğruysa koşullar nedeniyle canı sıkılmaması mümkün olmayan genç insanlarımıza hayatın da anlamlı gelmemeye başladığını görmeliyiz.

        Gençlerimizin koşullarını hepimiz biliyoruz, o koşullarda mantıklı bir canın sıkılmaması mümkün değil.

        Ama şu anda umut yokmuş gibi gözükse de gençlerimiz bir gün koşulların değişmeye başladığını ve önlerinde kapalı gibi duran yolların da açılmış olduğunu eminim ki görmeye başlayacaklar.

        Gençlerimiz o güne hazırlıklı olmak için şimdiden yaratıcı düşünmeye ve çıkışın olacağı o güne hazırlanmaya başlamalılar.

        Bertrand Russell 1935 yılında yazdığı ‘Aylaklığa Övgü’ kitabında insanların boş vakitlerini, kendi yalnızlıklarına çekilip yaratıcı düşünmeye girişmeleri yolunda kullanmaları gerektiklerini anlatmış ve bu yapıldığı takdirde görünürdeki aylaklığın hiç de boşa harcanan bir yaşam olmayacağını söylemiştir.

        Çok güzel çevirileri de bulunan ‘Aylaklığa Övgü’ kitabını İlber Hoca’nın kitabı ile birlikte tam da bu günler için tavsiye ediyorum.

        Daha az yürünmüş yolu seçmek

        Daha az yürünmüş yolu seçmek
        0:00 / 0:00

        'Daha az yürünmüş yolu tercih etmek’ cümlesinin bulunduğu Rober Frost’un şiirinin Amerika’da hemen herkesin anlamını yanlış anladığı üzerine bir kitap dahi yazılmıştır. ’The Road Not Taken. Finding America in The Poem Everyone Loves and Almost Everybody Gets Wrong’ adlı kitaba ve yazarı David Orr’a rağmen önündeki yollar arasında daha az yürünmüş olanı tercih etmek cümlesi son derece şiirsel olmakla birlikte oldukça da anlamlı bir hayat felsefesi oluşturduğundan şiiri yanlış anlasam da cümleyi sevmeyi sürdüreceğim.

        İlber Hoca da özellikle gençlere tavsiyelerinde insanların hayatlarında genelde yol ayrımına gelindiğinde diğer insanlar gibi ya sağa ya da sola gittiklerini kimsenin üçüncü bir yol açmayı düşünmediğini söylüyor ve hayatta asıl önemli olanın insanın üçüncü yolları açması olduğunu ve başarının ancak bunu başaran insana gelebileceğini söylüyor.

        Eğer şu andaki mecburi boş vakitlerini kullanıp kendileri ve hayat hakkında düşünmeye çekileceklerse gençlere tavsiyem zamanı gelince siz de önünüze açılan herkesin yürüdüğü yolları değil daha az yürünmüşünü seçin veya kendinize tamamen yeni bir yol açın. Bunu yapabilirsiniz, tam da zamanı yeni yollar açmanız için, yaşınız uygun, yıllar geçip sadece güvenli olan denenmiş yolları seçme yaşınıza gelmeden önce mutlaka deneyin az yürünmüş yollardan yürümeyi.

        Diğer Yazılar