Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Takım maçlarda kötü sonuçlar almaya başladığında, bekleneni veremediğinde, sorunlar azalacağı yerde daha da kötüye gitmeyi sürdürdüğünde global reaksiyon takımın teknik direktörünü kovup yeni teknik direktör arayışı içine girilmesidir.

        Bu sadece futbol takımlarında görülen bir şey değil hangi sporu ele alırsanız alın, basketbol, voleybol, Amerikan futbolu, beyzbol fark etmiyor bu daima verilen kabul görmüş reaksiyondur.

        Çünkü bir varsayımımız var. Teknik direktörlerin maçı kazandığını veya kaybettiğini varsayıyoruz. Bu varsayım oldukça başarısızlık durumunda teknik direktörlerin kovulması ve yerine yeni bir teknik direktör arayışı süreceği söylenebilir.

        Acaba maçı kazanan veya kaybeden gerçekten de teknik direktör müdür yoksa alınacak başarıda teknik direktörün rolü abartıldığı kadar olmayabilir mi?

        Ateşli takım tutan futbol seyircisinin buna vereceği cevap bellidir ama bilimsel bakış ne diyor bu konuda buna da bakmak gerekiyor.

        Sadece futbol için değil her spor dalı için yapılan matematiksel analizler teknik direktör değişiminin takımların başarı ortalaması üzerine anlamlı bir etkisi olmadığını gösteriyor.

        Bana inanmayıp da meseleyi bilimsel çalışayım diyen olursa da aşağıda vereceğim kaynakça size yardımcı olabilir sanıyorum:

        ‘An Econometric Evaluation of the Effect of Firing Coach on Team Performance’ yazar Ruud Koning, Applied Economics 35, no 5 march 2003

        -Administrative Succession and Organisational Performance: The Succession Effect’ yazar M. Craig Brown, Administrative Science Quarterly 27. no.1march 1982.

        -‘Managerial Succession and Organizational Performance; A Recalcitrant Problem Revisited’ yazarlar Michael Patrick Allen, Sharon Banian, Roy Lotz, administrative Science Quarterlyn24, no2 june 1979

        - Managerial Succession and Organizational Effectiveness’ yazar Oscar Grusky, American Journal of Sociology 69,no.1july 1963

        Yıkıcı hicvin usta yazarı

        Yıkıcı hicvin usta yazarı
        0:00 / 0:00

        Düşünce sistemleri tarihinde sürekli gezintiler düzenlemenin insana coşku veren yanı devamlı yeni bilgileri yeni düşünceleri öğrenmeniz ama bunun yanında bu çalışma sürecinin bir de arada bir olan sürprizli yanı da var.

        Örneğin klasik müziğin gelişimi sürecini anlamak çalışmalarımda beni en çok zorlayan Schoenberg üstüne yeni bir yazı daha okurken onun kendi döneminde Viyana’da çok bilinen çok okunan Karl Kraus’a (1874-1936) hayran olduğunu öğrendim.

        Schoenberg gibi müzik geleneklerini yıkıcı, alışılmış ve bilinen tonları silip atan bir bestecinin Kraus gibi yazılarıyla sosyal normları sorgulayan ve yıkıcı olabilen bir yazarı sevmesi belki doğaldı. Ben devamlı yazarları okurken bir müzik insanı hakkında bilgilenmeye alışık olduğumdan bu defa da bir müzik insanını okurken bir yazarı tanımak tuhafıma gitmişti.

        Onu o ana kadar bilmemiş olmam benim ayıbım tabii ki ama bu gibi durumlarda her zaman yaptığım gibi zararın neresinden dönülürse iyidir diyerek Karl Kraus’u okuyup öğrenmeye çalıştım.

        Zaten yüzyılın dönüm noktasına yaklaşan ve 20’nci yüzyıla hazırlanan ’Fin de Siecle’nin Viyana’sının o 19’uncu yüzyıl sonu koşullarında yaratıcı insanlarında yaygın bir huzursuzluk vardı. Eski olanla artık tatmin olamıyorlar ve yeni bir şeyler arıyorlardı. Ama neyi aradıklarını da tam bilemiyorlardı. Her sanat dalında, her yaratıcı zeka illa da bir huzuruz arayış olunması gerektiğinde uzlaşıyordu. İşte bu dönemde Schoenberg öğrencileri Webern ve Berg ile İkinci Viyana Okulu denilen devrimi yapmaya girişti klasik müzikte. Gustav Klimt yine aynı dönemde sembolist resimleriyle yaratıcılığını ortaya koydu, Freud zaten şehirde çalışmaktaydı. Bu şehirdeki iç huzursuzluk onun açısından ideal bir çalışma ortamı yaratmış olmalıydı. Dönemin Viyana’sı dilin sınırları ve bunun nasıl aşılabileceği konusuna takmış gibiydi. Fransa’daki yoldaşlarıyla bağlantılı olan sembolist şairlerin şiirleri şehirde çok popülerdi.

        Tabii bu dönemde kafe dünyasının ortamı da hemen her konuda ateşli tartışmaların yapıldığı merkezlere dönüşmüştü.

        Viyana’da işte bu ortamda kafe dünyasının bilinen ismi Karl Kraus da usta hiciv yazılarıyla sosyal eleştirilerini yapıyor ve ortalığı birbirine katıyordu. Bir anlamda yaptığı gazetecilik de denilebilir. Viyana’da o gün ne konuşuluyorsa hangi konu önemliyse Kraus kendi çıkardığı 'Die Fackel' adlı dergideki yazılarıyla konuşulan konuya mutlaka farklı bir perspektif getiriyordu (onun bir anlamda ilk bloggerci olduğu bile söylenebilir). Siyasilerin kullandığı dilin ve gazetelerin kullandığı dilin siyaseti dar bir alana, çıkmaza soktuğunu ve aslında totaliter düşünceyi desteklediğini söylüyordu Kraus. Bu bakışı sayesinde yanı başlarında oluşmakta olan büyük Hitler tehlikesini de ilk gören ve uyaran düşünürdü Kraus. Schoenberg de bu tehlikeyi çok erken görmüştü.

        Sosyal meseleleri tartışmakta sınırların yıkılması ve beyinleri açabilmek için hicvin önemi görüyor bu yeteceğini çok iyi kullanıyordu Karl Kraus.

        Tabii ki bu tür bir yaşamın insana yaşaması için gereken parayı sağlaması zordu. Kraus neyse ki maddi ihtiyacı fazla olmayan bir ailenin çocuğu olduğundan bu açıdan şanslıydı, para konusunda kendini kısıtlı, bağımlı hissetmiyordu.

        Bir soylunun korumasına ihtiyacı olmadığı halde yazılarını aşık olduğu Barones Sidonie Hadhernyn von Burutin’in köşkünde, kadın evdeyken yazmayı tercih etti.

        Aşık olduğu kadının kendisine verdiği güven duygusuna ihtiyacı olduğu görülüyor. Bu da anlaşılabilir bir ihtiyaç.

        Büyük şair Rilke aslında kendisinin tarihe rezil bir kişi olarak geçmesine yol açması gereken bir girişimde bulundu. Barones’e o da göz koymuştu ve kadının Kraus’tan ayrılıp kendisiyle olması için mektuplar yazmaya başladı. Bu mektuplardan bir tanesinde Kraus’un Yahudi olduğu için kadının ondan bir an önce ayrılması gerektiğini ima edecek kadar alçaldı.

        Siyasetin kendine oluşturduğu sınırları aşmak için yeni bir dili oluşturma yolunda hicvi kullanan Kraus’un yazılarının daha sonra Amerika’da Lenny Bruce’un da düşüncelerini etkilemiş olduğu uzmanlarca söylenir.

        Neyse ki Anschluss olmadan yani Naziler Viyana’ya gelmeden önce Kraus öldü de daha sonra büyük acılarla ölmekten kurtuldu. Hayatı boyunca daima üretti yazıları dışında bir tiyatro oyunu yazdı ve operada bile küçük bir rol aldı. Tarihin parlak beyinlerinden bir tanesiydi.

        Sevgilisi Sidone’ye yazdığı mektuplardan oluşan 2 ciltlik bir yayın olduğunu duydum eğer bulabilirsem mutlaka getirtip bu ilginç düşünürü daha yakından tanımaya çalışacağım.

        Galerinin alt katı

        Galerinin alt katı
        0:00 / 0:00

        Pablo Picasso onun için "Dünyanın en güzel kadının bile portresi onu kadar fazla çizilmemiştir" diye konuşmuştu. Böyle konuşmasına rağmen kendisi de onun bir portresini çizdi tabii ki.

        Picasso dışında Cezanne, Renoir, Roucault, Bonnard, Forain de onun portresini yapmışlardı. Bütün bu önemli ressamların portre çalışması için kendilerine seçtikleri kişi Ambroise Vollard (1866-1939) yaşadığı dönemde dünyanın sanat merkezi gibi olan Paris’in ve dolayısıyla dünyanın resim sanatının yönünü yönlendirecek kadar güçlü bir galeri sahibiydi.

        İlk önce feodal sistemin gerilemesi ve toplunda aristokrasinin gücünün azalmasından sonra kapitalist üretim biçiminin de yerleşmesiyle birlikte sanat ürünlerinin sergilenmesi ve satılması yöntemleri de hızla değişmişti ve değişmeyi sürdürüyordu.

        İlk önce sarayın kontrolünde olan ‘salon sistemi’ yavaştan devreden çıkmış ve resmi salon sisteminin yanında resmi kanallar dışında oluşturulan salonlarda resimler de sergilenmeye başlamıştı. Kapitalizm ile daha önce sanatçının koruyucusu olarak işlev gören kilise ve asil sınıflar devreden çıkmış ve yerine zengin insanların satın alma gücü devreye girmeye başlamıştı.

        Ambroise Vollard resim başta olmak üzere orijinal sanat eserlerinin satışından büyük paralar kazanılacağını gören ilk iş adamı olarak nitelendirilebilir. O bu nedenle Paris’te belki de dünyanın ilk gelericiliğine girişti ve sanattan da iyi anlaması nedeniyle kısa sürede piyasanın gideceği yönü ve hangi sanatçının öne çıkacağını belirleme gücüne sahip oldu.

        Resim sanatından özelikle çok iyi anlıyordu. Adı henüz duyulmamış genç ressamları arayıp o bulurdu. 19 yaşındaki genç Picasso’ya ilk sergisini düzenleme imkanını Vollard verdi.

        Vollard öngörüsü nedeniyle galerinin yeni oluşmakta olan sanat dünyasındaki merkezi rolünü kavramıştı. Ama bunun yanında galericinin işinin iyi ressamı ilk önce keşfedip onun eserlerini sergilemekten ibaret olmadığını da anlamıştı. Ona göre iyi galerici aynı zamanda çok iyi sosyal ilişkileri olan bir insan olmalı ve bulunduğu ortamdaki sanatçıların ve paralı insanların birbirleriyle sosyal ilişki kurabileceği ortamla da oluşturmayı bilmeliydi.

        Resim sanatının dönemde kalbinin attığı bölgedeki en merkezi cadde olan Rue Lafitte’de 37 numarada bir müstakil ev satın aldı ve galerisinin merkezi olarak burayı kurdu. Merkezin sergi odaları ve rahat dinlenmeye yarayan odaları da vardı tabii ama anı zamanda alt katında yemek partileri düzenleyeceği bir mutfak da bulunuyordu.

        Bana Vollard’ı bu düzenlemesi çağımızda önemi anlaşılan ‘şefin mutfağı’ uygulamasını hatırlatıyor. Hani ünlü şef mutfağa yemek pişirmeye girdiğinde davet ettiği önemli misafirlerini ağırladığı mutfaktaki masa uygulamasına benziyordu Vollard’ın o günlerdeki düzenlemesi.

        Nitekim Vollard Picasso dışında Rue Lafitte’deki galerisinde Paul Gaugin’in Tahiti resimlerini, Henri Matisse’nin eserlerini de sergiledi ve Emile Bernard ile Aristide Maillol’un da ilk solo sergi düzenlemesini de yaptı. Empresyonizmin önemini ilk anlayan uzmanlardan birisiydi ve bu akımın önemi ressamlarına galerisini daima açardı.

        Galerilerde iyi resimlerin sergilenmesi işi çözmüyor tabii ki bunun dışında fiyatları yükselmeye başlayan resimlere para verebilecek insanların da galeriyi ziyarete alışması gerekiyordu.

        Bunun çözümünü Vollard o dönemde mutfağına dönemin iyi şeflerini sokup haftalık düzenli yemek davetleri vererek çözmeye girişti. Davetlerde ana yemek olarak genellikle Kreole stili yapılmış körili tavuk ikram edilirdi ve tabii ki en iyi şaraplar da bulunurdu masada.

        Birkaç yemek davetinden sonra bunlar Paris’in gece yaşamında dedikodu konusu olmaya başladı. Bu yemeklere davet almak prestij meselesi haine gelivermişti. Alexander Dumas bile Vollard’ın efsanevi mahzeninden bahsettiği bir yazı yazdı. Ünlü ressam Pierre Bonnard ‘A Vollard Dinner Chef veya Vollard’s Cellar' adını verdiği bir resim bile çizdi.

        Bu davet gecelerinde dedikodu dışında günün resim piyasasının yönü de çiziliyordu. Çünkü ünlü sanatçılar ve şehrin zenginlerinin buluştuğu bu yemek masasında eserlerin deyim yerindeyse piyasa fiyatları da tayin edilip satışlar da oluyordu. Eaduard Manet, Edgar Degas ve Renoir’in keşfinde önemli rol oynayan Vollard bir tek Van Gogh’un eserlerini tatmin edici bir şekilde sergileme şansını atlamıştı ve bu hatası yüzünden hayatının sonuna kadar kendisini affedemedi. Dönemin bilinen gazetecisi Suzaanne Stamberg o günlerde Provance’da inzivada yaşayan Cezanne’nin eserlerini Voolard’ın sanatçının evine gelip nasıl satın aldığını ve bunları daha sonra galerisinde nasıl sergilediğini anlatan yazılar yazdı.

        Daha sonra ‘Recollections of a Picture Dealer’ adını verdiği otobiyografisini de yazıp galeri hayatını anlatan Vollard ayrıca Cezanne, Degas. Renoir’ın da biyografilerini yazarak son derece canlı ve aktif bir yazı hayatı da geçirdi ama bence onun yemek davetlerini verdiği yemek mahzeni onun sanata en büyük katkısı olmuştu.

        Diğer Yazılar