Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        İsmailağa Cemaati liderinin cenazesi sürerken bile çeşitli kesimlerden yapılan bazı yorumlar, bu tür konulara Atatürkçü bir Marksistin nasıl bakması gerektiği konusunu tekrardan gündemime aldırdı.

        Zaten çok uzun yıllar önce benim gibi olmayanlarla, özelikle dindar insanlarla, konuşmak ve onlara kendimi anlatırken onları da kendilerinden dinlemek prensibim nedeniyle bu tür konuları teorik düşünmeyi eskiden bu yana sürdürürüm.

        İsmailağa Cemaati'nin acılı günü bu konunun yeniden gündemime girmesine vesile oldu. Konuyu tekrarda bir sakınca olmamalı çünkü bu konu Türkiye’nin temeldeki önemli sorunlarından bir tanesine parmak basıyor bence.

        İki taraf arasında bir ortak buluşma noktası bulmak yerine Türkiye’de dindar olanlar ile dindar olmayanlar arasındaki ayrışım gün geçtikçe artarak sürüyor. Bu ayrışmanın bir daha iki yakası birleştirilemeyecek bir uçuruma dönüşmesi tehlikesi daima var.

        Ama kendi ülkemizin ortasında kendi elimizle bir uçurum oluşturduğumuzda bunun içine iki taraftan da insanların düşmesi ve sonuçta kindar duygularla hesaplaşma arayışının başlaması tehlikesi var.

        Atatürkçü bir Marksist olarak benim bu tehlike karşısında yapabileceğim tek şeyin kendim gibi olmayanlarla diyalog ve sohbet kanallarını açık tutmak olduğuna dediğim gibi yıllar önce üniversitede çalıştığım yıllarda bile karar vermiş ve bu prensibimi yıllar içinde elimden geldiğine hayata geçirmeye çalışmıştım.

        Süreç içinde bazı dönemlerde prensibimden taviz vermek bazı dönemlerde ise açmaya çalıştığım diyaloğun sınırlarını net koyamama hatalarım oldu. Ama temel prensibimi yani benim gibi olmayanlarla diyalog ve karşılıklı anlaşma gayretimi bugüne kadar olabildiğince koruyup oldukça az zararla bugünlere gelebildim sanıyorum.

        İlk önce bu prensibi neden edindiğimi koşullarıyla açıklayacağım ondan sonra bugün neler olması gerektiği konusunda birkaç laf da söyleyeceğim.

        O gün üniversitenin kapısında...

        O gün üniversitenin kapısında...
        0:00 / 0:00

        1980’li yıllarda Ankara’da birbirine komşu olan Siyasal Bilgiler Fakültesi ile Hukuk Fakültesi ve Arka taraftaki İletişim Fakültesi ağırlıkla solcu öğrencilerin hakimiyetindeydi. Bu fakültelerin bulunduğu Cebeci semti ağırlıkla sağ kontrolündeydi ama fakültelerin bulunduğu alan bir tür kurtarılmış alan gibiydi. O zamanlar genç, Marksist bir asistan olarak çalışmakta olduğum Hukuk Fakültesi'ne Kızılay’dan otobüsle gelirken okul durağına varıncaya kadar hep korku içinde olurdum durağıma varınca da sanki kendi ait olduğum ülkeye varmışçasına içim rahatlardı. 1980 öncesi sağ sol çatışmaları had sahaya varmıştı. Fakültelerin bulunduğu alanda sağcı öğrenci nerdeyse yok denilecek kadar azdı o alanda daha çok sol gruplar fraksiyonları arasında çatışmalar olabiliyordu. Ben o dönemde Birikim dergisine ve Dev-Genç’e yakın duran bir asistandım.

        Okul yönetimleri özellikle asistanları asayişe yardımcı olmaları için görevlendiriyorlardı. Bir defasında okul genelinde faşist olarak nitelendirilen sağ küçük öğrenci grubu üniversiteye geldiğinde ben de görevliydim. Ders vermekte olduğum sınıfta sağ öğrenciler ön sırada oturmuşlar ve öteki öğrenciler aralarında boşluk bırakarak arka tarafa çekilmişlerdi.

        Bir anda pencerelerden sopalar içeriye sokuldu ve aynı anda salonun kapısının kilidi de dışarıdan kırılarak dışarıya çıkılamayacak hale getirildi. Arka sıralardan sopaları alan grup öndeki sağ gruba saldırdı. Kaçamadıkları için nedeyse bir katliam olacaktı. Neyse ki bir aşamada polis geldi ve kapıyı kırıp bir ölüm olayı olmasını önledi.

        Bu tavrı mutlaka üzerinde düşünülüp tartışılıp çözülmesi gereken sorunlar listeme o gün not ettiğimi hatırlıyorum.

        Yaşadığım olaylar arasında bu anlattığım dışında beni asıl oluşturan bir başka olay daha oldu.

        Galiba sıkıyönetim günleri olmalıydı çünkü üniversitenin kapısında asker bulunuyordu.

        Askerler kapıyı tutmuş ve bir grup genç kız öğrencinin içeriye girmelerini engelliyordu. Kızlar dindardı örtülüydüler ve içeriye sokulmama nedenleri sadece buydu anladığım kadarıyla.

        Düşünsenize sağ ve sol arasında üniversitede kan gövdeyi götürüyor ve askerler hiçbir zararı olmayan kızları sadece örtülü oldukları için içeriye almıyorlardı. Nerden baksanız hiçbir mantıki açıklaması olmayacak dahası küresel üniversite prensiplerine aykırı bir durumdu bu.

        Görevli asistan olduğumu askerlere anlattıktan sonra bu kızların benim öğrencilerim oluğunu ve benim eşliğimde sınıfa gireceklerini söyledim ve onları içeriye aldım. Etrafı çevirmiş solcu arkadaşların bundan hiç hoşlanmadıklarını hissetsem de bunu yapmak zorundaydım.

        Bu işin olmasından altı ay kadar sonra YÖK kararıyla işten atıldım ve gazetecilik kariyerim başladı.

        O günün gecesinde evde düşünürken bundan sonra benim gibi olmayan herkesi kendi ağzından dinleme ve anlamaya çalışmak kararı almıştım.

        O gün üniversite kapısındaki sessiz ve korku dolu gözlerle bekleyen kız öğrenciler bu kararıma neden olmuştu diyebilirim, ve bugüne kadar da bu prensibime uymaya çalışarak geldim işte…

        Solcular tekkelere ve cemaatlere karşı olmamalı

        Solcular tekkelere ve cemaatlere karşı olmamalı
        0:00 / 0:00

        O gün üniversite kapısındaki askerler karşısında sessiz bir korkuyla bekleyen kız öğrenciler bende ileriki yaşlarımda benim gibi olmayan insanları dinleme ve anlamaya çalışmam yolunda güçlü bir prensip oluşmasına neden olmuştu.

        Bu prensibimin vazgeçemeyeceğim koşulları benim tamamen önyargısız dinlemem ve benim gibi olmayanı kendi doğru kabul ettiği hayat tarzı içine koşulsuz kabul etmek ve benim de karşımdan kendi inanışlarım ve hayat tarzım açısından aynı koşulsuz kabulü talep etmekti. Bu prensibi taşıyan dindar arkadaşlarla yıllar içinde sohbetim ve diyaloğum olabildi ve ne ben değiştim ne de onlar bir şeylerden vazgeçti. Ne onlar dinsiz oldu ne de ben dindar oldum. Ama konuşarak birlikte var olabilmenin koşullarını kendi mikro dünyamızda yaratabildik.

        Ama mikro düzeyde yaratılan bu dengenin makro düzeyde sağlanabildiğini ve ülkede huzurun bulunabildiğini söyleyebilmek ne yazık ki mümkün değil.

        Denge ve huzur bulunamadığı gibi özelikle Türkiye’yi yönetenlerin kendileri gibi olmayanlara yönelik olumsuz ve suçlayıcı tutumları nedeniyle dengelerin ve huzurun daha da bozulduğunu söylemek mümkün.

        İşte bu yüzden toplumdaki uçurumların daha da büyümesini engelleyebilmek için mikro düzeyde uymaya çalıştığımız prensiplerin yüksek sesle yeniden söylenmesi ve üzerinde düşünülmesini sağlamak gerekiyor.

        İsmailağa Cemaati'nin acılı gününden sonra özellikle sol çevreler bu cemaatin görüşlerinin ve hayat tarzının ne kadar da tehlikeli olabileceğini ima eden konuşmalar yaptılar.

        13 Aralık 1925 tarihinde yürürlüğe giren 677 saylı karara yani tekke ve zaviyelerin kapatılmasına onay vermek bu ülkede nerdeyse Atatürkçü ve solcu olmanın resmi onayını almak noktası olarak kabul edilip gelmiştir.

        Ben bugün tersini savunup tekke ve zaviyelerin açık tutulmasının ve bunlara isteyenin özgürce katılmasının savunulmasının solculuğa daha yakıştığını söyleyeceğim.

        Ben bir solcu Atatürkçü olarak eğer bu ülkede her görüşün, bu bana ne kadar ters gelirse gelsin, özgürce savunulmasını ve insanların bu benim katılmadığım görüş çerçevesinde istedikleri gibi hayat tarzı sürmelerini savunuyorsam devletin işleyişine karışmayan her cemaat ve tekke ve zaviyenin kendisinin huzur bulduğu hayat tarzı içinde var olabilmesinin doğru olduğuna inanıyorum.

        Örneğin solcu Atatürkçü kesim İsmailağa Cemaati'nin liderinin cenazesine kadınların katılmaması çağrısına itiraz ettiler. Bu bana da ters gelen, hayat tarzıma hiç uymayan bir karardı ama bu böyle diye, benim gibi olmayanlar benim gibi yaşamıyorlar diye onları kendilerine istedikleri hayat tarzını eleştirmek hakkımın da olmadığını düşünüyorum.

        Ben bunu nasıl tam açıklayabileceğimi bilmesem de mutlak özgürlükçü (liberterian) görüşteyim yani her türlü görüşe bunlar bana çok ters gelseler de her inanışa olabildiğince karışılmadan özgürlüğün sınırsız verilmesinden yanayım. Üstelik bir Atatürkçü solcunun bu görüşten olmaktan başka çıkar yolu olmadığını da düşünüyorum.

        Bu prensibimizi ortaya koyarken karşımızdakinden de bize karşı aynı tavrı beklemek de bizim hakkımız. Bu özgürlükçü tavır onlardan da gelmezse yapılacak sert tepki koymak değil konuşma ve anlaşma şartlarını sonuna kadar zorlamak ve ancak özgürlüklerin sonsuz ve sınırsız olduğu bir Türkiye’nin hepimizin mutlu olacağı bir ülke olacağını bıkıp sıkılmadan anlatmak olmalı.

        İsteseniz de yasaklayamazsınız

        İsteseniz de yasaklayamazsınız
        0:00 / 0:00

        Diyelim ki sol ve Atatürkçü kesim içinde yaşanması gereken bu tartışmayı ben kaybettim ve benim özgürce var olmasını istediğim oluşumların yasaklar ile kapatılmasını savunanlar tartışmayı kazanmış olsunlar.

        Bu cumhuriyet tarihimizde daha önce de yaşanmış olduğundan tecrübelerden öğrenmemiz gerektiğini düşünüyorum.

        İnsanın vicdanını ve beynini koyduğu hiçbir konunun zor ile yasaklar getirilerek engellenemeyeceğini düşünüyorum.

        Örneğin bir gün ülkede Atatürkçü olmanın yasaklandığını düşünün. Bunun başarılı olabilmesi mümkün mü. Bizim gibi inançlı, Atatürk’e minnet duyarak yaşamaya çalışan insanların birileri yasaklamaya çalışıyor diye bu sevgimizden vazgeçmemiz mümkün mü?

        Buna cevap elbette ‘hayır’. Tersine bu yasak yasaklanmak istenenin daha da güçlenmesine neden olacaktır.

        Nasıl bizim açımızdan durum böyleyse dindar insanlar açısından da durum aynen öyle. Eğer bir insan bir camiaya ait olmayı kendisine uygun görmüşe onun hayat tarzını benimseyip sevmişse bunu yasak koyarak engellemek kalplere ve beyinlere yasak konulamayacağından mümkün değildir.

        Bazen çeşitli birbirine karşıt gibi görünen görüşlere ve bunlara uygun hayat tarzlarına olabildiğince özgürce birlikte var olmalarının koşullarını sağlamak bunların birbirlerine ve ülke açısından bir tehlike oluşturmadan var olabilmesinin de koşulu olabilir bunu da unutmamak gerekiyor bence.

        Deizm ortak alanı

        Deizm ortak alanı
        0:00 / 0:00

        Solcu ve Atatürkçü kesim içinde karşı olunan görüş ve hayat tarzının yasaklanması mı yoksa özgürleştirilmesi mi doğrudur tartışması henüz kapsamlı yapılabilmiş değil ancak bu kesim içinde özelikle Avrupa Sosyalizmi'nden etkilenmiş görüşlerdekilerin özgürlükçü tavır alabildiklerini söylemek mümkün.

        Dindar kesim içinde bu konuda kapsamlı bir tartışma eğer olduysa bundan haberdar değilim. Bir tartışma olduysa da bunun olumlu sonuçlarını henüz bizler fazla görmüş değiliz.

        Ancak farklı görüşlerdeki, farklı hayat tarzından insanlara anlayışla ve onların hayat tarzlarına hürmet ile yaklaşılmaması konusunda genç dindar kesim içinde de bir rahatsızlık olduğunu sanıyorum. Bu konuda yapılmış bilimsel bir çalışma henüz olmamakla birlikte ülkede Deizmin yükselmekte olduğu haberleri bu rahatsızlığın dini kesimde de oluşmaya başladığının en büyük göstergesi bence.

        Bence Atatürkçü solcu bizler ile dindar arkadaşlar Deizmin ortak alanında buluşup ülke için daha rahat konuşabiliriz gibi geliyor bana.

        İlhan Kesici

        İlhan Kesici
        0:00 / 0:00

        İlhan Kesici, İsmailağa Cemaati'nin liderinin cenazesine camide katıldı ve duasını etti diye CHP içinden bir kesim sürpriz olmayan tepkilerini koydular.

        Bu kesim kendilerine göre tutarlı teorik bir çerçeve sunsalar da maalesef ülkede güzel sonuçlar varabilecek anlamlı bir diyaloğun oluşmasına engel oluşturuyorlar.

        Böyle bir diyaloğun olmasına sadece hareketleriyle destek veren İlhan Kesici’nin bu katılımının desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum ve onu eleştiren kesimi, gerekçelerini anlamaya çalışsam da diyalog kanalarını açık tutmaya çağırıyorum.

        Diğer Yazılar