Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Sattığı mal veya hizmete ahlak dışı denilebilecek fiyatlar isterken aynı zamanda kendisinin reklamını yapmayı da sanat haline getiren Bodrum’dan şimdi de yeni bir lahmacun fenomeni haberi geldi.

        ‘Deniz mahsullü lahmacun’ haberini duyar duymaz içim tarif etmekte zorlanacağım bir coşkuyla doldu.

        Çok fazla kaliteli olmayan dolayısıyla da çok pahalı da olmayan kıyma ile yapılan ama malzemesinde mutlaka sarımsak da olması gereken alışmış olduğum lahmacunu bırakıp koşup bu yeni lahmacunu yiyecek olduğundan filan oluşmamıştı bu coşkum. Aksine bir ara yaz kış sürekli yaşamaya başlamış olduğum Bodrum’a bir süredir gitmediğim gibi yakında gitmeyi de hiç düşünmüyorum. Gitsem bile bir adet 'deniz mahsullü lahmacun’un 395 liraya satıldığı mekanlara artık gidebileceğimi hiç sanmıyorum.

        O lahmacunun satıldığı yerdeki denizin ve güneşin, benim mangal yapanlar ve onları çekirdek çıtlayarak seyredenler arasından geçip denize girdiğim halk plajındaki güneş ve denizden pek farkı olduğunu sanmadığımdan, hayatımdaki bu eksiklik ile bir şekilde yaşayabileceğimi sanıyorum.

        Ama gitmesem de görmesem de bu yeni lahmacun haberi bende bir yazı nostaljisi yarattı. Ben Oray (Eğin) ile hemfikirim. Köşe yazarlığı sadece memleket meseleleri veya siyasi konular demek katiyen olmamalı. Köşe yazarı dediğin mutlaka gezip dolaşmalı ve hayat deneyimlerini istediği üslupla yazmalı. (Bu konu açılmışken Hıncal Abi (Uluç) inşallah kaldırılmış olduğu yoğun bakımdan bir an önce çıkar da sıhhatine olabildiğince kavuşup evine döner ve yazılarına başlar diye kendimce dua da ediyorum.)

        Ben daha yoğun biçimde mizah yazdığım eski günlerde deniz mahsullü lahmacun gibi bir konu geliştiği zaman bunun bir yazara verdiği yaratma imkanlarını sonuna kadar kullanıp kelemimi serbest bırakırdım. Yazı beni tam eğlendirmeden tatmin de olmazdım. Ancak eğlenmeye başladığımda artık okuyucu da eğlenir diyerek tatmin olup bitirirdim yazıyı.

        Bu ekolden olan yazarları, bizleri, Türkiye ağır sorunlarıyla, grileşen atmosferi ile mutsuzluklarıyla kendi içine çekip yiyip bitirdi. Yazıda eğlencenin bitmesinin sanki matemini tutar gibi bir görünümde olan medyamız da Türkiye’nin griliğini, mutsuzluğunu yansıtan haber ve yorumlar ile dolmaya başladı.

        Türkiye’de tekrar yazıda eğlenebileceğimiz günlerin geri geleceğine kesin inanıyorum ama bu arada deniz mahsullü lahmacun gibi elime gelen fırsatları da harcamayıp asıl yazarlık görevime, yani yazarken eğlenmeye dönüş hazırlıkları da yapmayı bugün olduğu gibi ihmal etmeyeceğim.

        Bu girişi, bu konu durup dururken nereden çıktı diye beni kınayabilecek ciddi insanlar için yazdım.

        Yıllar önce Yalıkavak'ta o gece

        Yıllar önce Yalıkavak'ta o gece
        0:00 / 0:00

        Yıllar önce Yalıkavak’taki evimizde ilk yaşamaya başladığımız günlerde, yeni hayat tarzımıza alışmaya çalışırken bahçenin kapısını kapatmayı unuttuğumuz gün bahçeye bir inek girdi. Otlamaktan dönerken kapıyı açık görünce dalmış içeriye.

        Bu hoş anıyı sarsıcı önemdeki bir olay olduğundan anlatmıyorum elbette. Bölgedeki yeni hayat tarzımızda bu tür olaylar alışmamız gereken yeni rutinimizdi.

        Şu aralar üzerinde pek konuşulan Marina’nın ilk yapılacağı haberleri gelince ben ve birkaç Yalıkavaklı bölgede marina oluşmasına muhalefet başlatmıştık.

        Gerçi o günkü muhalefetim doğru bir hareket miydi bunun üzerine hala daha düşünüyorum. Marina hem zenginlik hem de modernleşme anlamına gelecekti. Ben bunlara karşı değildim tabii ki ama zenginleşme ve modernleşmenin her zaman iyi haber olmayacağını da düşünüyordum.

        Marinanin yapılmasından birkaç ay sonra daha önce açık bulduğu için ineğin girmiş olduğu kapıdan bir gece çıkmaya çalışırken evin önüne marinayı ziyarete gelenlerin bıraktığı SUV’ların çıkışı zorlaştırdığını görmüştüm.

        İşte o gece ne Yalıkavak’ta ne de Bodrum’da artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ve biz ‘yerliler’in bile yaşamasının zor olacağı pahalılık ve koşulların yakında geleceğini üzülerek düşündüğümü hatırlıyorum.

        Bence bugün deniz mahsullü lahmacun ile gelinen nokta o marina ve onun gibi yatırımlarla gelen yeni hayat tarzlarının sonucudur ve sürpriz de değildir. Eski güzellikler elden gidiyor diye ağlamanın gereği de yok tabii ki, yerine gelenin daha iyi ve daha güzel nasıl yapılır diye düşünmemiz daha iyi olacak.

        Deniz mahsullü lahmacun

        Deniz mahsullü lahmacun
        0:00 / 0:00

        İtiraf etmeliyim ki 'deniz mahsullü lahmacun’u ben ilk kez arkadaşlarımdan değil, Fulya Soybaş’ın Hürriyet’teki köşesinde 12 Temmuz tarihinde yazdığı "Deniz mahsullü lahmacun olur mu?" başlıklı yazısından öğrendim. Fulya Hanım yemekten anlayan birçok insanla konuyu soruşturmuş ve ortaya popüler kültür zenginliği olan bir yazı çıkmış.

        Onun soruyu yönelttiği isimlerden çok sevdiğim bir Yalıkavaklı olan Ayhan Sicimoğlu da benim bu yeni lahmacun denemesini ilk duyduğum anda verdiğim tepkiyi vermiş ve öyle şey olmaz demiş. Oysa ben onun yeni olanı denemekten korkmayan ve yemekte yeni deneyimlere açık olan karakteri ile deniz mahsullü lahmacuna daha anlayışla yaklaşacağını sanıyordum.

        Ertuğrul Özkök’te yanıldığım gibi onda da yanılmış oldum böylece. Oysa ben Özkök'ün deniz mahsullü lahmacunu bir beyaz şarap eşliğinde denemeye açık olacağını düşünmüştüm soruyu ona sormadan önce. Geleneksel lahmacunumuzla kırmızı şarabın uyumlu olacağını ikimiz de düşündüğümüzden lahmacunun deniz ürünlüsü ile de beyazı tercih edeceğini sanıyordum.

        O bunun yerine "Vongole lahmacun beach züppelerinin uydurmasıdır" ve "Bu dış mihraklı akımlara karşı 24 saat beach nöbeti tutmalıyız" şeklinde tepkiler verdi. Mizah vurgusunu da anlamakla birlikte onun yine de bu konuya hayli sinirlenmiş olduğunu söyleyebilirim.

        Sonra daha sakin bir görüşü olacağını düşündüğüm Ege lezzetleri konusunda onun üzerine uzman olabileceğini düşünmediğim Nedim Atilla'ya soruyu sordum. Deniz mahsullü lahmacun cümlesini okur okumaz mesajıma cevap olarak bir kahkaha sembolü attı. Bunu bir kötü şaka olduğunu düşünüyor olmalıydı ama kendisinin Foça’da da ahtapot lahmacun gördüğünü söyledi. Anladığım kadarıyla lahmacunda memlekette böyle bir yeni trend gerçekten var galiba.

        Her yeni konuyu herkesten önce denemiş olmayı arzu ettiğini bildiğimden Güneri Abi’ye (Civaoğlu) mesaj atarak konuyu sordum. Deniz mahsullü lahmacunu yememiş olduğunu ve bunun deniz mahsullü pizzaya benzeyen bir şey mi olduğunu sorguladığını gördüm.

        Türk mutfağının fine-dining ile sentezini yapmak için büyük emek harcamış olan Rasim Özkanca ile yıllar önce yapmış olduğumuz sohbette geleneğimizde keşkek gibi bir yemek varken insanlardaki risotto tercih etme modasını anlayamadığını söylemişti.

        Ona o gün çok hak vermiş ve aynı anda lahmacunumuz varken pizzaya neden ihtiyaç duyulur ki sorusunu da kendime sormuştum. Yabancı kaynaklarda lahmacunun açıklanması Türk pizzası şeklinde yapılabiliyor. Kendimi zorlayarak bunu anlayışla karşılamak istesem dahi bunun tamamen yanlış olduğunu söylemeliyim.

        Güneri Abi’nin de bunu öyle sandığını düşünüyorum çünkü deniz mahsullü lahmacun denildiğinde insanlar benim ilk başta yapmış olduğum gibi lahmacunun üstüne bütün olarak konmuş kalamar, ahtapot ve karidesi düşünüyorlar. Bu da onun deniz ürünlü pizza ile karıştırılmasına neden olabiliyor. Ama sonradan ben ürünün fotoğraflarına bakınca konunun aslında böyle olmadığını, son yazıda açıklayacağım gibi, gördüm. Yani deniz mahsullü lahmacuna da ürünü tam anlamadan karşı çıkmanın doğru olmayacağını düşünüyorum.

        Neden olmasın ki?

        Neden olmasın ki?
        0:00 / 0:00

        Ben de deniz mahsullü lahmacun kavramını ilk duyduğumda lahmacun hamuru üzerine bütün atılmış ahtapot, karides ve kalamar düşündüğümden bunun deniz ürünlü pizzanın Türk versiyonu olması gerektiğini ve bunun adına neden illa da lahmacun demek gerekiyor diye düşünmüştüm.

        Ama sonra yeni ürünün fotoğraflarını incelediğimde bunun hamuru üzerinde aynen geleneksel lahmacunumuzda olduğu gibi ince çekilmiş kıymaya benzer, ince kıyılmış deniz ürünlerinin bulunduğunu gördüm. Görünümünün bildiğimiz lahmacundan farkı pek yoktu. Kıyma eti yerine kıyılmış deniz ürünlerinin bulunması lahmacuna gayet tabii ki yeni bir hava, lezzet verebilirdi.

        Belki de buna içgüdüsel, duygusal tepkilerle karşı çıkmak yerine ürünü anlayıp tanınmasına yardımcı olmamız bile gerekebilir diye de düşünüyorum şu anda.

        Diğer Yazılar