Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        1920’lerin Paris’inde nerdeyse sosyal dengeleri değiştirecek kadar etkili olan ve Paris'in kültürel yaşamında bir fırtına gibi esen Josephine Baker’ın yaşamı hala daha gazetecilerin ve araştırmacıların ilgisini çekiyor. Köle ailenin kızı olan egzotik bir çekiciliği olmasına rağmen olağanüstü güzel olmayan bu kadının döneminin dünya kültür merkezi olan Paris’i nasıl ve neden bu kadar etkileyebilmiş olduğunu hep merak ettiğimden onun hayatını incelemiştim. Toplumda bu kadar güç sahibi olan ve sadece fiziksel varlığı ile önündeki bütün kapıları açtırabilen bir kadının aslında bir casus olduğunun söylenmesini uzun süredir bekliyordum. Çünkü dönemin Avrupa’sına ve o kadının Paris’teki, dolayısıyla Avrupa'daki gücüne de bakarsanız onun birileri tarafından casus yapılmaması imkansız gibiydi.

        Yazar Damien Lewis’in 'AGENT JOSEPHINE: American Beauty, French Hero, British Spy’ başlıklı çalışmasında Josephine Baker’ın İngiliz istihbaratı tarafından dönemde casus yapıldığını anlatılıyor.

        Bu iddia ortaya atıldı ama bence kitabın içeriği iyice tartışıldıktan sonra Josephine Baker’ın gerçek anlamda bir casus olmadığı sadece Fransa özgürlüğü için çalışanlara yardımcı olduğu da ortaya çıkacak.

        REKLAM

        Bugün okuyucularımdan tekrar ülke gündeminin dışına bir süreliğine çıkmalarını ve benimle birlikte Baker’ın hayat macerasına bir süre takılarak Türkiye yorgunu beyinlerine bir dinlenme molası verdirmelerini rica ediyorum.

        Gerçi kitapta 1920'ler sonuna doğru Josephine Baker'ın Nazilerin yükselmekte oldukları Almanya ve Avusturya'da turlara çıktığı anlatılıyor ve oralardaki bağlantıları nedeniyle öğrenmiş olabileceklerini İngiliz ve dolayısıyla Amerikan istihbaratıyla paylaşmış olabileceği söyleniyor ama bu bile gerçek casus görevinden farklı bir yardım faaliyetiydi.

        Baker daha sonra Paris'te Alman işgaline karşı direnen Fransız direnişine yardımcı oldu ama bu da gerçek bir casusun yapması beklenen faaliyetlerden farklı, bir sanatçının yerleşmiş olduğu ülkeye uzatması beklenen yardım elinden ibaretti.

        Paris, 1920'ler

        Paris, 1920'ler
        0:00 / 0:00

        Birinci Dünya Savaşı'nda Avusturya’nın ağır darbe alması sonucunda Viyana’nın o döneme kadar taşıdığı dünyanın kültür merkezi olma gücü Paris’e kaydı. Bundan sonra dünyanın her tarafından entelektüeller sanatçılar yıllar boyu Paris’e akmaya başladılar. 1920’ler boyunca bu Paris’e akan düşünür ve sanatçılar arasında Amerikalılar hem sayı hem de nitelik açısından önemliydiler.

        David McCullough’ın, "The Greater Journey: Americans in 1920, Paris" adlı kitabında dönemde Paris’e akan bu insanlar inceleniyor.

        Bu kitabın New York Times gazetesinde 27 Mayıs 2011'de değerlendirmesini yapan Stacy Chief ‘How Paris Created America’ başlıklı yazısında Paris’e gelip şehirdeki kültürel ve düşünsel ortamdan etkilenen Amerikalıların daha sonra ülkelerine dönüp ABD’yi şekillendirmeye giriştikleri de söyleniyor.

        Çünkü Paris’e gelen Susan Sontag ve Miles Davis gibi ve onlara benzeyen insanlar ülkelerine dönünce sonuçta tüm dünyayı konuşturan eserler vermeye devam ettiler.

        ‘Papa’ lakaplı Ernest Hemingway adeti olduğu üzere Paris’te de maço bir dağıtma sürecindeydi.

        Sarah Bernard ölüm korkusunu yenmek için bir gece Paris’te tabut içinde uyudu.

        Tüm Fransızların takıntısı haline gelen Josephine Baker şehir gece yaşamına damgasını vuruyordu.

        Cole Porter yeni sesler ile denemelerini yapmak için eşiyle birlikte Paris’teydi.

        Keza F. Scott Fitzgerald dönemde modernin anlamını belirleyen Paris’te hayatı görmek için eşiyle şehirdeydi.

        Gertrude Stein edebi dünyanın havasını kokluyor ve perde arkasından onu etkilemeye çalışıyordu.

        Amerika’da klasik müziği geliştirecek Aaron Copland müzikte yeni olanı görüp öğrenmek için şehirdeydi.

        Ezra Pound, Alice B. Toklas, Henry Miller de Gertrude Stein ile hep birlikte Paris edebiyat dünyasının aktif biçimde içindeydiler.

        Daha sonra dansta Amerika’da ve dünyada devrim yaratacak Isadora Duncan Paris’teki dans camiasının içindeydi.

        Amacım listeyi tüm detaylarıyla vermek değil ama gördüğünüz gibi Amerika’nın kültür ve sanat dünyasının önemli isimleri Paris’te aktiflerdi.

        Paris'te esen seksi fırtına

        Paris'te esen seksi fırtına
        0:00 / 0:00

        Josephine Baker, Fransa’ya 1925’de yerleşince deyim yerindeyse tüm ülkede bir Josephine Baker aşkı yaşanmaya başlandı. Ernest Hemingway, "Baker benim hayatımda tanıdığım en muhteşem kadın" tanımlaması yaparken, Pablo Picasso, Baker’ın resimlerini çizdi, Le Corbusier onun için bir bale yazdı, Jean Cocteau onun film setlerini tasarımladı ve arkadaşı olarak onun yıldız statüsünü sosyetede sağlamlaştırmasına yardımcı oldu. Matisse ise Baker’ın bir modelini yapıp onu yatak odasına astı. Anlayacağınız Fransa’da tam bir Baker çılgınlığı yaşanmıştı.

        Dönem Avrupa'sının en önemli tasarımcılarından bir tanesi olarak kabul edilen Adolf Loos, Paris’e yerleştikten sonra tanıştığı Josephine Baker’ın evinin ve havuzunun tasarımını üstlendi. Ortaya çıkan tasarım yıldız tarafından sonradan pek kullanılmasa da havuzların özel olanı ve kamusalı kaynaştıran iç çelişkilerini oldukça orijinal ve farklı biçimde sentez yapan yeni bir modeldi. Bu havuz sadece Josephine Baker’ın yüzebilmesi ve eğer misafirleri varsa onların onu yüzerken suyun altından seyredebilmeleri için düzenlenmişti. Röntgenci arzulara hitap eden bir yanı vardı anlayacağınız, statü sahiplerini uzaktan gözlemleme adeti Baker’ın evinin içinde de sürecekti. Havuzların statü oluşturma ve statüye tapınma fonksiyonlarının bu kadar da abartılı biçimde yüze çarpılıyor olmasından mı nedir Josephine bu havuzu hemen hemen hiç kullanmadı ve havuz bir mimari anıt olarak kaldı. (Bakınız: ‘Loos and Baker:a House for josephine' 5 mart 2018 Architectural Review dergisi)

        Dönemi anlatan Woody Allen filmi

        Dönemi anlatan Woody Allen filmi
        0:00 / 0:00

        O günlerdeki hayatın nasıl olduğu ve Amerikan camiasının nasıl yaşadığını merak edenler için çok bilgi veren hem de çok eğlendirici olan bir film var.

        Woody Allen’ın yönettiği ‘Midnight in Paris’ filmi aslında bir fantastik komedi olmasına rağmen döneme ilgi duyanlar için aynı zamanda müthiş bir belgesel niteliği de taşıyor.

        Filmde bir Amerikalı ile genç sevgilinin Paris’te yaşadıkları anlatılıyor. İki sevgili şehrin gece yaşamına çıktıklarında sarhoş olduğu için oteline dönmek için kızdan bir süre için ayrılan adamın yanına gece yarısında eski model bir araba yaklaşıyor. Arabadakiler eskiden moda olan kıyafetler içindedirler. Adam daveti kabul edip bir partiye doğru yola çıkılınca aniden fantastik bir şey olur birden 1920’lerin Paris’ine geri dönülür, ilk gidilen partide Jean Cocteau, Cole Porter ve Scott Fitzgerald ve eşi Zelda da vardır. Bir roman yazmaya uğraşan genç adam partide Scott Fitzgerald’ı görünce sevinir tabii ama Zelda partide sıkılınca hep birlikte önce Josephine Baker’ın dans etmesini seyretmek için Bricktops kulübüne giderler. Sonra da bir kafede matador Juan Belmonte ile içmekte olan Ernest Hemingway’i ziyarete giderler. Scott Fitzgerald hayli çapkın olan matador ile eşinin fazla yakınlaşmasını istememektedir. Zelda'nın okuması için Hemingway’e vermiş olduğu roman taslağını Ernest hayli zayıf içerikli bulduğunu söyleyince Zelda’nın siniri bozulur. Ernest çocuğun da roman çalışması olduğunu duyunca yazdığın kısmı ver de onu Gertrude Stein’a vereyim bir baksın deyice çocuk metni almak için oteline döner ama metni alıp tekrar gece kulübünün önüne gittiğinde kulübün bir çamaşırhaneye dönüşmüş olduğunu görür.

        Diğer Yazılar