Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Babam, sonunda yatağa düştüğünde bir gün benden hayatına son vermem için yardım istemişti. Dünyadaki ötanazi tartışmalarını gayet iyi biliyordu. Hatta bu konunun uzmanı bile sayılabilirdi. Yaşlanınca zamanı geldiğinde kendi isteği ve tercih ettiği yoldan ölümü seçeceğini anlatıp durdu. Necdet Pamir’in babası doktor Cevdet Pamir’in zehirler ile ilgili kitabını altını çizerek defalarca okumuştu. Cevdet Amca bilimsel çalışmasını böyle bir amaç için kullanılma ihtimali olduğunu düşünse kitabı yazar mıydı? Bilmiyorum.

        Yıllardır o gününe hazırlık yapmasına rağmen yaşlanıp güçten düştüğünde hazırlıksız yakalandı. O güne kadar gezmesini, flörtünü ihmal etmeyen; okumayı, yaşamayı seven bir insandı. Yatakta çaresiz durumda ölmek; ölümün kendisinden daha fazla üzüyordu.

        Ben kendisine ölmesine yardımcı olmayı kabul etmek istediğim halde mevcut yasaların buna izin vermediğini anlattım ve talebini kabul etmedim bunun üzerine birçok küfür de işittim.

        Biz Türkiye’de yaşlı hakları üzerine pek tartışmıyoruz. Gençlik haklarını da pek tartışmıyoruz ya neyse… Yaşlılara ailelerine yük olmadan yaşama imkanı veren düzenlemeler de pek yok. Ötanazi hakkını en azından ciddi tartışmaya başlamamız gerekiyor. Daha emekli maaşları düzeyini çözemedik. “Şimdi bunu mu tartışacağız yani?” diyenler de çıkacaktır. Bunu biliyorum ama bir konuda tartışmak en azından o konu hakkında gelecekte yapılacak rasyonel bir düzenleme için fikri hazırlık sürecini başlatır diye umuyorum.

        Galerinin alt katı

        Galerinin alt katı
        0:00 / 0:00

        Pablo Picasso onun için “Dünyanın en güzel kadının bile portresi onunki kadar fazla çizilmemiştir” diye konuşmuştu. Böyle konuşmasına rağmen kendisi de onun bir portresini çizdi tabii ki.

        Picasso dışında Cezanne, Renoir, Rouault, Bonnard, Forain de onun portresini çizmişlerdi. Bütün bu önemli ressamların portre çalışması için kendilerine seçtikleri kişi; Ambroise Vollard (1866-1939) yaşadığı dönemde dünyanın sanat merkezi gibi olan Paris’in ve dolayısıyla dünyanın resim sanatını yönlendirecek kadar güçlü bir galeri sahibiydi.

        İlk önce feodal sistemin gerilemesi ve toplunda aristokrasinin gücünün azalmasından sonra kapitalist üretim biçiminin de yerleşmesiyle birlikte sanat ürünlerinin sergilenmesi ve satılması yöntemleri de hızla değişmişti ve ortam değişmeyi sürdürüyordu.

        İlk önce sarayın kontrolünde olan "salon sistemi" yavaştan devreden çıkmış ve resmi salon sisteminin yanında, resmi kanallar dışında oluşturulan salonlarda resimler sergilenmeye başlamıştı. Kapitalizm ile daha önce sanatçının koruyucusu olarak işlev gören kilise ve asil sınıflar devreden çıkmış ve yerine zengin insanların satın alma gücü devreye girmişti.

        Ambroise Vollard resim başta olmak üzere orijinal sanat eserlerinin satışından büyük paralar kazanılacağını gören ilk iş adamı olarak nitelendirilebilir. O, bu nedenle Paris’te belki de dünyanın ilk galericiliğine girişti ve sanattan da iyi anlaması nedeniyle kısa sürede piyasanın gideceği yönü ve hangi sanatçının öne çıkacağını belirleme gücüne sahip oldu.

        Resim sanatından özelikle çok iyi anlıyordu. Adı henüz duyulmamış genç ressamları arayıp o bulurdu. 19 yaşındaki genç Picasso’ya ilk sergisini düzenleme imkanını Vollard verdi.

        Vollard öngörüsü nedeniyle galerinin yeni oluşmakta olan sanat dünyasındaki merkezi rolünü kavramıştı. Ama bunun yanında galericinin işinin iyi ressamı ilk önce keşfedip onun eserlerini sergilemekten ibaret olmadığını da anlamıştı. Ona göre iyi galerici aynı zamanda çok iyi sosyal ilişkileri olan bir insan olmalı ve bulunduğu ortamdaki sanatçıların ve paralı insanların birbirleriyle sosyal ilişki kurabileceği ortamlar da oluşturmayı bilmeliydi.

        Resim sanatının dönemde kalbinin attığı bölgedeki en merkezi cadde olan rue Laffitte’de 37 numarada bir müstakil ev satın aldı ve galerisinin merkezi olarak burayı kurdu. Merkezin sergi odaları ve misafirlerin dinlenmesi için odaları da vardı. Tabii ama aynı zamanda alt katında yemek partileri düzenleyeceği bir mutfak da bulunuyordu.

        Bana Vollard’ı bu düzenlemesi çağımızda önemi anlaşılan ‘şefin masası’ uygulamasını hatırlatıyor. Hani ünlü şef mutfağa yemek pişirmeye girdiğinde davet ettiği önemli misafirlerini ağırladığı mutfaktaki masa uygulamasına benziyordu Vollard’ın o günlerdeki düzenlemesi.

        Nitekim Vollard, Picasso dışında rue Laffitte’deki galerisinde Paul Gaugin’in “Tahiti” resimlerini, Henri Matisse’nin eserlerini de sergiledi ve Emile Bernard ile Aristide Maillol’un da ilk solo sergi düzenlemesini yaptı. Empresyonizmin önemini ilk anlayan uzmanlardan birisiydi ve bu akımın önemli ressamlarına galerisini daima açardı.

        Galerilerde iyi resimlerin sergilenmesi işi çözmüyor tabii ki. Bunun dışında fiyatları yükselmeye başlayan resimlere para verebilecek insanların da galeriyi ziyarete alışması gerekiyordu.

        Bunun çözümünü Vollard o dönemde mutfağına dönemin iyi şeflerini sokup haftalık düzenli yemek davetleri vererek çözmeye girişti. Davetlerde ana yemek olarak genellikle Kreole stili yapılmış körili tavuk ikram edilirdi ve tabii ki en iyi şaraplar da bulunurdu masada.

        Birkaç yemek davetinden sonra bunlar Paris’in gece yaşamında dedikodu konusu olmaya başladı. Bu yemeklere davet almak prestij meselesi haline gelivermişti. Alexander Dumas bile Vollard’ın efsanevi mahzeninden bahsettiği bir yazıyı kaleme aldı.

        Ünlü ressam Pierre Bonnard “A Vollard Dinner Chef or Vollard’s Cellar adını verdiği bir resim bile çizdi. Bu davet gecelerinde dedikodu dışında günün resim piyasasının yönü de çiziliyordu. Çünkü ünlü sanatçılar ve şehrin zenginlerinin buluştuğu bu yemek masasında eserlerin deyim yerindeyse piyasa fiyatları da tayin edilip satışlar oluyordu. Eduard Manet, Edgar Degas ve Renoir’in keşfinde önemli rol oynayan Vollard bir tek Van Gogh’un eserlerini tatmin edici bir şekilde sergileme şansını atlamıştı ve bu hatası yüzünden hayatının sonuna kadar kendisini affedemedi. Dönemin bilinen gazetecisi Suzaanne Stamberg o günlerde Provance’da inzivada yaşayan Cezanne’nin eserlerini, Vollard’ın sanatçının evine gelip nasıl satın aldığını ve bunları daha sonra galerisinde nasıl sergilediğini anlatan yazılar yazdı.

        Daha sonra ‘Recollections of a Picture Dealer’ adını verdiği otobiyografisini de yazıp galeri hayatını anlatan Vollard ayrıca Cezanne, Degas, Renoir’ın da biyografilerini yazarak son derece canlı ve aktif bir yazı hayatı da geçirdi ama bence onun yemek davetlerini verdiği yemek mahzeni onun sanata en büyük katkısı olmuştu.

        Terörle savaşın romanı

        Terörle savaşın romanı
        0:00 / 0:00

        Büyük savaşları anlatan çoğu da gözleme dayalı kitap ve makale daima yazılır da savaşın büyük romanının yazılması hep aradan biraz zaman geçtikten sonra olur. Örneğin Birinci Dünya Savaşı 1918 yılında sonuçlandı ama savaşın büyük romanı ancak 1929 yılında çıkabildi. Erich Maria Remarque’un “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”u ancak bu tarihte yayınlanabildi.

        Büyük savaşların neden olduğu şok, insan bilinçaltını tahrip eden sarsıcı etkisi, duyguların çeşitliliği ve insanın acı şeyleri unutma ihtiyacı nedeniyle bazı hatıraları beyninden silmesinin savaşlara dair romanların yazılmasını biraz geciktirdiği söylenebilir.

        İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaşın büyük romanının gelme süresinin kısaldığını söyleyebiliriz. Çünkü Norman Mailer’in “The Naked and The Dead” romanı 1949 yılında yayınlandı. Savaşın romanının yayınlanmasının bu defa daha erkene çekilmesinin yazarının savaşta toplumsal bilinçaltının çok daha az darbe aldığı Amerika’dan olmasının payı da olabilir.

        O savaşta Avrupa insanının duygu dünyası paramparça oldu. Bilinçaltlarına dehşet yerleşti. Örneğin Austerlitz kitabının yazarı W.G. Sebald havadan yapılan hedefsiz, rasgele saha bombalamalarının sıradan insanı nasıl tahrip ettiğini, bilinçaltlarını nasıl mahvettiğini anlattığı kitabı “On The Natural History of Destruction” yayınlanana kadar Alman vatandaşlarının savaşın sonunda kendilerine yönelik cezalandırma bombalamaları nedeniyle dehşeti nasıl kafalarından silip unutmaya çalıştıkları da tam bilinemedi. Dolayısıyla bu ortam dolayısıyla o savaşın romanının bir Avrupalı değil bir Amerikalı’nın yazmış olması bu nedenle şaşırtıcı olmayabilir.

        Mailer kitabından sonra gelen okuduğum en komik romanlardan bir tanesi olan Joseph Heller’in “Catch -22”si 1961 yılında yayınlandı ve o romanda sadece İkinci Dünya Savaşı’na değil daha sonra yaşanacak Vietnam Savaşı’na dair gözlemler de vardı bence.

        Foto muhabirlerinin savaşta rolleri üzerine yazdığım “Robert Capa ve Afganistan” (27 Eylül) yazısında Vietnam Savaşı ve Afganistan’da ağırlıklı olarak savaşın Amerika tarafından nasıl göründüğünün anlatılmasını eleştirirken Vietnam Savaşı’nın Vietnam açısından anlatılmasının eksikliğini belirtmiş, bunun şimdi Afganistan’da da olduğunu söylemiştim.

        Daha sonra keşfettiğim bir roman bu vardığım sonucun oldukça eksik olduğunu gösterdi bana.

        Meğer Vietnam Savaşı hakkında yazılan kitaplar içerisinde en etkileyici olanlardan bir tanesini Vietnamlı biri yazmış. Diğerleri gibi yine savaşın bitmesinden bir süre sonra 1990 yılında çıkan bu romanın yazarı Bao Ninh. Kitabın adı 'The Sarrow of War’.

        Roman, Vietnam Savaşı’nın bitmesinden sonra görevi sahadaki asker cesetlerini veya o askerlerden kalan parçaları toplamak olan bir askerin öyküsünü anlatıyor. O askerin düşündükleri yazar tarafından bilinç akışı yöntemiyle aktarılıyor. O hem geçmişi hem bugünü hem yarını düşündüğünden savaşın sonuçları hakkında çok bilgi alıyorsunuz.

        Batılı eleştirmenlerden çok olumlu tepkiler alan bu romanı dijital ortamda indirdim ve okumaya da başladım.

        Son savaşı kim yazacak?

        Şimdi gelelim günümüze. Biliyorsunuz 11 Eylül’den bu yana dünyamızda resmen ilan edilmemiş bir büyük savaş yaşanıyor. Amerikalılar buna “Terörle Savaş’ diyorlar. Bu global savaş etkilerini Washington’da, New York’ta, Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da ve tabii ki Türkiye’de de gösteriyor.

        Amerikan tarafı yüzlerce kitap yayınladı bu savaşla ilgili olarak. Birkaç örnek vermek gerekirse;.

        Ghost Wars: The Secret Hİstory of the CIA, Afghanistan and Bin Laden, From Soviet Invasion to September 10, 2001 (Steve Coll), The Dark Side: The Inside Story of How The War on Terror Turned a War on America Ideals (Jane Mayer), The Assasin’s Gate: America in Iraq (George Packer).

        Örnekleri çok uzatabilirdim ama meselenin nasıl ele alındığını anlamanız için bu örnekler yeterli bence.

        Bu tür çalışmalardan bir tanesini getirtip okumak isterseniz bence Dexter Filkins’in “The Forever War”ını tercih edin. Çünkü ben bu kitaptan Geoff Dyer’in “The Moral Art of War” başlıklı makalesini okurken haberdar olduktan ve onun Hunter Thompson’un “Hell’s Angels” kitabındaki gibi Gonzo bir yazarlık yaptığını öğrendikten sonra kitabı okudum. Çok da doyurucu buldum.

        Bunca çalışmaya ve araştırmacı gazetecilik yazılarına rağmen bu savaşın da henüz büyük romanı yazılamadı.

        Vietnam Savaşı’nın romanını nasıl bir Vietnamlı yazdıysa bu savaşın romanını da ben bir Afganistanlının veya Iraklının yazmasını umuyorum. Amerikalılar yeterince kitap yazdılar zaten bunun romanı da karşı taraftan gelse iyi olacak.

        Diğer Yazılar