Davutoğlu ile içilen bir kahvenin de mi hatırı yok!
Fikir ayrılığı yaşadığı partisinin yönetimine dair aldığı tavır nedeniyle epeyden beridir iktidar yanlısı medya mensuplarının hedefindeydi Ahmet Davutoğlu.
Ancak hocayla ilgili bazen açıktan, bazen perde arkasından yapılan bu eleştiriler ile ilgili durum geçtiğimiz Cuma Adapazarı’nda yaptığı bir konuşma nedeniyle bambaşka bir noktaya evrildi.
Kendi başbakanlığı dönemini de kapsayan zaman aralığına dair; ”Terörle mücadele konusunda defterler açılırsa birçok insan insan yüzüne çıkamaz. Neden mi? Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazıldığı zaman eminim en kritik dönemlerden biri 7 Haziran-1 Kasım arasındaki dönem olarak yazılacaktır” ifadeleri sarfeden Davutoğlu’na karşı artık aleni bir kampanya yürütülüyor.
Kimin ne dediğini, ne yazdığını filan buraya alıntılamayacağım…
Zira bunu yapmaya kalksam yazının sonu zor gelir.
Kaldı ki zaten benim bu yazıyı yazmaktaki esas gayem bugün kalemlerini hançer gibi kullanıp Davutoğlu’na acımasızca saplayanların şu an değil, onu başbakanlığa taşıyan süreçte ne yaptıkları, ne dedikleridir...
Biliyor musunuz değerli okurlarım...
Belki inanılması güç ama Davutoğlu’nun başbakan olmasında en büyük pay sahibi olanlar bugün onu acımasızca eleştiren isimleri lazım olmayan bu kalemlerdir.
Eğer bu arkadaşlar o gün hep bir ağızdan; “Başbakan Ahmet Hoca’dan başkası olamaz! AK Parti’yi, Türkiye’yi uçurursa bir o uçurur” diyerek ısrar etmemiş olsalardı Davutoğlu’nun başbakan olabilmesi çok mümkün değildi.
Diyeceksiniz ki; “Nereden biliyorsun bunları? Nasıl bu kadar emin yazabiliyorsun?”
Biliyorum çünkü bizzat o süreçte yaşananlara tanık oldum.
Hatırlarsanız o dönemde ben de iktidara yakın Sabah gazetesinde yazıyordum.
Ve her zamanki gibi siyasi gelişmeler, kulisleri anbean takip ediyor ve bunları köşemde paylaşıyordum.
Bir kere şunu diyeyim...
Başlangıçta Erdoğan’ın kafasında tek bir isim vardı.
Binali Yıldırım...
Aylar öncesinde Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Başbakanlık koltuğuna oturtacağı kişinin Yıldırım olacağına karar vermişti Erdoğan.
Hatta sadece o değil, yakın çevresi, eşi, ailesi de Erdoğan’ın bu kararını destekliyordu.
Tamamında Erdoğan’dan sonra başbakanlık görevini sorun çıkartmadan icra edecek tek ismin Binali Yıldırım olduğu görüşü hakimdi.
Ben de öyle düşünüyordum.
Neden?
Ee çünkü Cumhurbaşkanlığı’na geçiş yapacak Erdoğan’ın dünya yansa da siyaset dili dahil AK Parti’nin politikalarında hakimiyetini tek başına devam ettireceğini ve yerine her kim gelirse gelsin kendi iradesi dışında yapılacak değişimlere asla müsade etmeyeceğini biliyordum.
Ondan sonra o koltuğa oturacak kişi tipik Başbakanlık yapacak biri olmamalıydı.
O kişi sadece ve sadece AK Parti’yi tek başına uzun yıllardır iktidarda tutan icraatçı tarafıyla alakalı olmalıydı. İç ve dış dahil politikada da çok fazla söz söylemeden, bir lider gibi değil sadece yol arkadaşı kimliğiyle hareket edip Erdoğan’ın vizyonuna göre rota belirleyen bir isim olmalıydı.
Bu çizdiğim profile Davutoğlu’nun asla uygun düşmeyeceğini… Başbakanlık koltuğuna oturması durumunda akademisyen kimliğine olan güveninden hareketle hocanın kendi siyaset anlayışını hayata geçirmek isteyeceğini… Bu olduğunda da Cumhurbaşkanı Erdoğan’la büyük sorunlar yaşayacağını görüyordum.
Ve nitekim bu gördüklerimi de gerek yazılarımda gerekse katıldığım açık oturumlarda açık açık dile getiriyordum. (Dileyen gidip arşivde bulup o yazılarımı okuyabilir.)
Ama benim dışımda olan herkes ısrarla Başbakanlık koltuğuna Davutoğlu’nun oturtulması gerektiğini savunuyordu.
Ve onlar galip geldi.
Yani bugün kalemlerini hançer niyetiyle Ahmet Davutoğlu’na karşı kullananların lobisi sayesinde sonunda Erdoğan tercihini Davutoğlu’ndan yana yapmak zorunda kaldı ve koltuğunu ona devretti.
Devretti ama süreç tıpkı benim dediğim gibi seyretti ve hem Davutoğlu hem de onun o koltuğa oturtulması için canhıraş mücadele verenler; “Bir ipte iki cambaz oynamaz!” deyiminin ne kadar hakikatli bir deyim olduğunu nihayetinde gördüler.
Ve değerli okurlarım...
Ne acıdır ki, o dönem; “Hoca AK Parti’yi, Türkiye’yi uçuracak!” diyerek yazdıkları ile hem Erdoğan’ı hem çevresini hem de toplumu etki altına alan o kalemler bugün ağza alınmayacak ifadelerle, ağır ithamlarla hocaya resmen tekme tokat girişiyorlar.
Ve ne acıdır ki, sırf başbakan olmasının yanlış olduğunu söylediğim için hasbelkader karşılaştığımız toplantılarda dahi yüzüme bakmayıp, selam vermeyip beni gazeteci saymayıp, görmezden gelen Davutoğlu’na sahiplik etmek de yine bana kalıyor...
Bakın değerli okurlarım...
Fikirsel olarak bir siyasiyle ayrı düşülebilir...
Ve bu nedenden dolayı eleştiri de yapılabilir...
Ancak bunun bir adabı, bir sınırı, bir ayarı vardır.
Davutoğlu’nun başbakan olmasında o kadar emek sahibi olanların eleştirideki dozu maalesef çok ağır.
Evet... Kendisi ile ilgili görüşlerimde zerre-i miskal bir değişiklik yok.
O gün, yani 2015 yılında Ahmet Davutoğlu’nun politikalarına, yönetim anlayışına bakış açım ne idiyse... Bugün de hâlâ o noktada...
Ancak böyle olması eni konu bu ülkede başbakanlık yapmış bir insana -üstelik de onların ısrarı, kampanyası, çabası ile- yapılan bu ucuz ve saygısız linç girişimine de sessiz kalacağım, göz yumacağım anlamına gelmez!
İnsanız hepimiz... Olur böyle şeyler... Fikirler ayrılır, ters düşülebilir...
Karşı karşıya kalınır ve söylenecekler de söylenir ama bunu yaparken edebi de elden bırakmamak lazım.
Kaldı ki hiçbir şeyin hatırı yoksa bile... Mesela o insanın sayesinde elde edilen pozisyonların, sınıf atlamaların filan...
Bunların kıymet-i harbiyesi yoksa bile içilen kahvelerin, edilen sohbetlerin vardır.
Hiç değilse insan bunların hatırına biraz insaflı, biraz vefalı olur!
Haksız mıyım?