Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Geçtiğimiz hafta önceden planlanmış bir seyahat dolayısıyla yurt dışındaydım.

        Dolayısıyla yazılarıma da bu kısa tatil için ara vermiştim.

        Döndüğümde yazmayı planladığım konum da belliydi.

        Yoğun turist alan Avrupa’nın en kalabalık şehirlerinden olan Londra’nın trafik başta olmak üzere şehircilik anlayışıyla ilgili aldığım ilgi çekici notlarımı paylaşacaktım.

        Ancak düşündüğüm olamadı.

        Çünkü ben dönmeden bir gün önce Elazığ ve Malatya’yı etkileyen 6.8’lik deprem yaşandı.

        Haberi alır almaz 17 Ağustos’ta Marmara’da yaşanan depremin korkusu ile ailesi ile birlikte Malatya’ya, memleketimize göç eden ağabeyim ve ailesini aradım.

        Ve şans işte… Ulaşabildim de sarsıntının üzerinden bir iki dakika geçmesine rağmen.

        İyi olduklarını öğrendim ama 17 Ağustos’u aratmayacak bir sarsıntı yaşadıklarını ağlayarak ve korkuyla anlattıkları o anda da… Merkezi Elazığ olan depremin komşu şehirde neler yapmış olabileceğini tahmin ettim.

        Nitekim öyle de oldu.

        Dipten gelen 6.8’lik dalga Elazığ’ın merkezinde ve çevre ilçelerinde büyük hasara neden oldu.

        Dün yazıya oturmadan evvel baktığım son bilançoya göre ölenlerin sayısı 38, yaralananların sayısı ise 1607’ye ulaşmıştı.

        Enkazdan 45 vatandaşımızın sağ çıkarılmış olması ise büyük mucize…

        Hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yaralılara da geçmiş olsun diliyorum.

        Ve geçmiş depremlerde olduğu gibi bir kez daha; “İnsanları öldürenin deprem değil, paragöz sahtekar müteahhitler ve onlara göz yuman yerel yönetimden sorumlu kişiler olduğuna vurgu yapmak istiyorum!”

        Sırf bunun ispatını koymak için de altta gördüğünüz fotoğrafı dikkatinize sunuyorum.

        Elazığ’da da tıpkı daha evvel Yalova, Gölcük, Sakarya ve İstanbul’da yaşanılan depremde olduğu gibi öldürenin çok şiddetli de olsa depremin değil, çürük binaları yapan müteahhitler olduğunu bir kez daha gözler önüne sermek istiyorum.

        Aynı bölgede hatta yan yana, bitişik binaların içerisinde sadece birinin çökmüş olmasının başka türlü bir izahatı olamaz herhalde…

        Umarım devlet bu kez çürük binaların sorumlusu o açgözlü müteahhitler ve sorumlusu olan yerel yöneticiler hakkında gereken hukuki işlemi başlatır.

        Ve sonlandırır.

        Çünkü bizim ülkemizde genellikle başlar bu sahtekarlar hakkında tahkikatlar ama sonu ya gelmez ya da toplumun beklediği gibi olmaz.

        Rica ediyoruz…

        En azından bu defa… Açgözlülükleri yüzünden onlarca masum insanın hayatına son verilenlerin tamamıyla ilgili göstermelik değil, hakikatli bir yaptırım uygulansın.

        Hiç değilse bundan sonra yapılacak binalar açgözlü sahtekarların değil, önceliği insan hayatı olanların elinden inşa edilsin.

        Biz bu çürük binalara mahkumuz bari geleceğimizi emanet edecek nesillerimiz olmasın…

        *

        İlla bir felaket mi lazım?

        İyi ki oldu demiyorum elbette ama Elazığ ve Malatya’da yaşanan deprem felaketi bir kez daha bizim biz olduğumuzu anlamamıza vesile oldu.

        Depremde yaraların sarılması amacıyla ülkenin bir ucundan diğerine yardım için koşan, çabalayan insanları görünce ve -belli bir politikaya taraf ve niyeti sadece siyaset yapmak olanların dışında- herkesin verilen kayıpları, çekilen acıları içerden hissettiklerine tanık olunca…

        İster istemez; “Bizim biz olduğumuzu anlamamız için illa bir felaket mi yaşamamız gerekiyor?” demek zorunda kaldık yine.

        Ne demek istediğimi tam anlatmak için Twitter’da dolaşımda olan bir paylaşımı dikkatinize sunmak istiyorum.

        Öyle güzel özetlemişti ki bu paylaşım durumu…

        Üzerine söylenecek söz bırakmamıştı gerçekten.

        Sadece şunu diyebildim; Anadolu’nun farklılıklarını, güzelliklerini, değerlerini kavramak için illa çok büyük bir felaket mi yaşanması gerekiyor?

        Keşke her günümüz böyle geçse…

        Her saniyemiz Türkiye’nin büyüklüğünün bu farklılıklarımızda olduğunu anlayabilsek…

        Keşke…

        *

        Cem Yılmaz olmasa ne yapacaksınız?

        Tabii şu yukarıda yazdığım şey… Siyaseti siyaset olduğu için değil, her yaşadığı anı bağlı/bağımlı oldukları siyasetle şekillendirenler için geçerli değil!

        Bu tiplere göre siyasetleri o kadar her şeyin üzerinde ve değerli ki…

        Bir büyük depremin acılarının, yaralarının sarılması anlarında bile o bağımlılıklarını göstermekten hiç yüksünmüyorlar.

        Öyle tipler ki bu tipler… Sırf bağımlı oldukları siyasete vaktinde ters düştü diye; “Niye Elazığ depremi ile ilgili bir tweet atmadın!” deyip Cem Yılmaz’ı sosyal medyada linç etmek için özel başlıklar açıyorlar.

        Sırf adamın itibarını zedelemek için verilen kayıpları, yaşanan acıları filan paketleyip “Yazıklar Olsun Cem Yılmaz” başlığı üzerinden saldırıyorlar.

        Efendim işte… Belli olmuşmuş… Kabak gibi ortaya çıkmışmış… İnsan değilmiş Cem Yılmaz… İnsan olsaymış böyle bir deprem sonrası iki kelam edermiş hesabından!

        Sanki dersiniz Twitter “İnsanlıkölçer” bir metre…

        Bunlara göre orada bir şeyler yazarsan insansın, yazmazsan insan değilsin!

        Yahu arkadaş. Nereden biliyorsunuz kim ne yapmış, ne halde ve ne düşünüyor?

        Adam ilk gün daha yardımını yapmış. Hem de iyi bir yardım…

        Bunu da üstelik iktidara yakınlığı ile bilinen senarist, oyuncu Hasan Kaçan yazdı hesabından.

        O bile artık dayanamadı Deprem gibi hassas bir konu üzerinden Cem Yılmaz’ın linç edilmesine ve; “Bir durun arkadaş!” dedi.

        Durdular durdular ama adım gibi eminim yeni linç için zaman kolluyorlar.

        Hayır ben şunu merak ediyorum…

        Bunların akıllarına estikçe pataklamak istedikleri bir Cem Yılmazları var çok şükür.

        Ya olmasaydı ne olacaktı?

        O zaman kimi dillerine dolayıp bulundukları tımarhaneyi hareketlendireceklerdi?

        Diğer Yazılar