Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Girdim konuya ve çıkamıyorum.

        Görünen o ki epeyce bir zaman daha çıkamayacağım da.

        Çünkü korkunç bir kitleyle mücadele ediyorum.

        Kendilerini sözüm ona hayvansever diye tanımlayan ancak hayvanseverlikleri sadece sokaktaki başıboş köpeklerin toplatılarak barınaklara götürülmesi talep edilince aklına gelen bir kitle!

        Öyle şeyler yazıyorlar ki sindirmek, yıldırmak, geri püskürtmek için.

        Önce beddualarla geldiler…

        Aynı şekilde cevap verince bu defa olmadık iftira ve yalanlarla…

        Şaka gibi ama hakkımda CİMER’e, Cumhurbaşkanlığı’na, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne, “Bu kadın köpek mafyasına çalışıyor” ya da “FETÖ’nün talimatıyla bu konuyu gündeme taşıyor” ya da “PKK’lı bu kadının amacı hayvanları katlettirip ülkeyi bölmek! Tutuklayın bu kadını!” gibi akla ziyan yaftalama ve suçlamalarla şikayet ettiler.

        Hala da devam ediyorlar.

        Ve daha da iğrenç olanı, söylediklerimi çarpıtıp, beni azgın bir hayvan düşmanı, tüm köpeklerin ölümünü, itlaf edilmesini isteyen biri gibi göstermeye çalışıyorlar.

        Tabii ama bütün bu aymazlıkları, manipülasyonları, alçaklıkları ile beni yıldıramayacaklar; onu da anladılar.

        Ne derseniz deyin, ne yaparsanız yapın geri adım atmayacağım.

        Çünkü benim öncelikli sorumluluğum halkın, özellikle de çocukların sokaklardaki can güvenliği ile ilgili sorunları dile getirmek ve bunun çözümü için de yetkili mercilerden icraat talep etmektir.

        Kendinizi yerden yere atsanız da, beni durduramayacak ve sokaklar başıboş, saldırgan köpeklerden arınana kadar mücadeleye devam edeceğim.

        Söylediğimi de çarpıtmayın!

        Beni tüm köpeklerin katlini isteyen biri gibi göstermeye çalışmayın!

        Benim önerim net!

        Diyorum ki; sokaktaki tüm saldırgan, sahipsiz köpekler toplanmalı.

        Barınaklara götürülmeli ve belli bir zaman diliminde sahiplendirilmesi için uğraşılmalı.

        Sahiplendirilmeden önce de hem kısırlaştırılmalı hem de çip takılarak yasal kimliğe kavuşturulmalı.

        Ha sahiplenmiyor musunuz?

        O zaman ikinci bir önerim var sizlere!

        Diyorsunuz ki; milyonlarca insanız biz!

        Öylesiniz madem…

        Oturacaksınız yaşadığınız bölgedeki belediyelerle…

        Ve modern barınakların yapılması, kısırlaştırma ve köpeklerin ölene değin bakımı için anlaşmaya varacaksınız…

        Ama maddi olarak destek olacaksınız çünkü belediyelerin sayıları 10 milyon olduğu iddia edilen sokak köpeklerine istediğiniz o modern barınakları kurması ve bakımlarını yapması mevcut bütçeleriyle mümkün değil.

        Bunu başardıktan sonrası zaten çok daha kolay.

        Kuracaksınız güzel bir organizasyon ve o barınaklarda gönüllülük temelinde sırayla görev alacaksınız.

        (Her gönüllünün barınakta aynı hassasiyeti gösterip, göstermediğini anlayabilmek için kamera da yerleştirebilirsiniz.)

        Mama ihtiyacını da kuracağınız organizasyon üzerinden bağış toplayarak ya da sponsor bularak çözebilirsiniz.

        Ha bu yolu da mı kabul etmiyorsunuz?

        Buna da mı hayır olmaz diyorsunuz.

        O zaman tüm medeni, modern ülkelerde uygulanan formülü kabul edeceksiniz ve sahiplenmediğiniz, bakamadığınız köpeklerin uyutulması realitesine razı geleceksiniz!

        Çünkü bu ülkede yaşayan başka insanlar da sokaklarında başıboş, saldırgan, vahşi köpeklerle bir arada yaşamak istemiyor!

        Anlıyor musunuz?

        İS-TE-Mİ-YOR!

        Bize her yer haram artık!

        Bize her yer haram artık!
        0:00 / 0:00

        Tahmin ediyordum ama pandemi başladıktan sonra hiç yurt dışına çıkmadığım için durumu tam da anlayamıyordum.

        “Hadi farklı bir hava olsun, değişik bir yerler görelim” deyip de Karadağ/Montenegro’ya gidince…

        Acı gerçekle çok fena yüzleştim.

        Ve kavradım ki artık dünyanın neresi olursa olsun bize pahalı!

        Çünkü maalesef paramızın diğer paralar nezdinde bir değeri yok.

        Ki, güya Karadağ Avrupa Kıtası’nın en ucuz tatil yapılabilen ülkelerinden biri.

        Bir Alman’a göre öyledir belki bilmiyorum.

        Ya da bir Norveçli’ye göre…

        Ama bize göre değil.

        Çünkü Karadağ 2006 yılında bağımsızlığına kavuştuktan sonra euro kullanmaya başlamış.

        Tabii ödediğiniz her euro ile TL’yi karşılaştırmaya falan kalktığınızda heyheyler basıyor ister istemez.

        Ve haliyle daha 16 yıl evvel bağımsızlığına kavuşmuş minicik bir ülkede bile paranın bir değerinin olmaması üzüyor insanı.

        Bu arada biraz sordum soruşturdum halkın durumunu.

        Asgari ücret 450 euro…

        Yani 8 bin 200 TL civarı.

        Doğruya doğru bu rakam Karadağ şartlarına göre çok değil.

        Çünkü en ucuz ev kirası bile 100 euro’dan başlıyor.

        Hesap yaptık bir Karadağlı ile kabaca.

        Asgari ücret alan birinin konforlu yaşaması pek mümkün değil.

        Çünkü elektrik, su, telefon ve üzerine gıda başta olmak üzere diğer giderler bindiğinde elde avuçta pek bir şey kalmıyor.

        Ama şöyle bir durum var.

        Hem ülkede asgari ücretle çalışan bizde olduğu gibi çok değil.

        Hem de kira ödeme dertleri pek yok çünkü halkın yüzde 90’ı neredeyse ev sahibi.

        Bu arada kaldığımız otelde çalışanlarla sohbet ettim.

        Yıldızsız, sıradan ama temiz bir oteldi.

        Garsonlardan biri 2500 euro maaş, 1500 euro'ya yakın da bahşiş aldığını ama bunun mayıs, haziran, temmuz, ağustos ayını kapsadığını, geri kalan aylarda ise maaşının 700 euro’ya düştüğü söyledi.

        Temizlik çalışanları ise yaz aylarında 1500 euro maaş ve havuzda biriken bahşişlerden gelen ile birlikte toplam 2000 euro’ya yakın bir gelirleri olduğunu ifade ettiler.

        Gayet memnunlar bu arada kazançlarından.

        Şikayet ettikleri tek şey enflasyon.

        Çünkü geçen yıl 11.7 olan oran bu yıl 13.5’lara çıkmış.

        Baktım çok bıdı bıdı yapıyor bir tanesi…

        Hükümetine sallıyor falan.

        Rahatlasın diye bizdeki rakamları aktardım.

        İnanmadı.

        Dalga geçiriyorum sandı.

        Açtım bunun üzerine internetten rakamları gösterdim.

        TÜİK’in rakamlarını üstelik…

        Nevri döndü adamın.

        Acıdı mı artık nedir halime?

        Sağ olsun ekstradan bir kahve ikram etti.

        "Budva bir Corte D'azur" palavrasına sakın kanmayın!

        "Budva bir Corte D'azur" palavrasına sakın kanmayın!
        0:00 / 0:00

        Gitmeden evvel epeyce bir bakındık tabii internette.

        Karadağ’da ne yenilir, ne içilir, nerede kalınır, nerede denize girilir vesaire…

        Budva’ya karar kıldık.

        Çünkü hem birkaç arkadaş tavsiye etmişti hem de gezi yazarları bloggerları filan inanılmaz güzel şeyler yazmıştı şehir hakkında.

        Kimi Bodrum’a benzetmişti.

        Kimi Fransa’nın Güney kıyılarına, Corte D’azur’a…

        Kimi de Miami’ye…

        Okuduklarım neticesinde nasıl bir hayal kurmuşsam artık…

        Varınca Budva’ya, hele bir de plajlarını görünce…

        Tabir-i caizse dumur oldum.

        Çünkü yazılanlarla alakası olmayan bir şehir çıktı karşıma.

        İğrenç bir yapılaşma, iğrenç bir trafik ve iğrenç bir kalabalık.

        O an bulsaydım Bodrum’a filan benzeten bir kişiyi…

        Yemin ediyorum üzerine çullanır, saçını başını yolardım.

        Ne alakası var kardeşim Bodrum’la falan?

        Kurban olsun yahu Bodrum’a o Budva!

        Tırnağı etmez.

        Ne denizi aynı deniz…

        Ne şehrin görüntüsü görüntü…

        Ne de turist kalitesi aynı…

        Plajlar insan yığını.

        Dip dibe oturuyorsunuz şezlonglara.

        Ve en ucuz şezlong da 15 euro’dan başlıyor.

        Ve ne havlu veriyor ne doğru dürüst bir hizmet.

        Bir bardak bir şey içmek için paralanıyorsunuz filan.

        Olsa olsa İstanbul’un Kumburgaz’ının biraz hallicesi olur.

        Kotor’u beğendim.

        Fena değil.

        Manzarası güzel ve daha sakin bir belde ama orada da deniz istenildiği gibi değil.

        Nerede bizim Ege’de ya da Akdeniz’deki mavilik, temizlik, berraklık.

        Biz Marmara’da bile yüzerken dipteki ahtapotları görerek yüzüyoruz.

        Burada hiçbir şey görülmüyor.

        Çünkü kapkara bir deniz ve bulanık.

        Özetle…

        Sakın aldanmayın internette yazılanlara.

        Kanaat getirdim ki çoğu; “Gelmişken bari güzel bir şeyler yazayım” diyor.

        Olumsuzluklardan hiç bahsetmiyor.

        Aksine minicik şeyleri bile abartıyor.

        Tabii onları okuyanlar da; tıpkı benim gibi.

        Gittikten sonra gördüğü manzara karşısında neye uğradığını şaşırıyor.

        Ha değmez mi yani Montenegro’ya gitmeye?

        Değer ama yaz mevsiminde değil.

        Fiyatlar yarı yarıya indiğinde.

        Yani Sonbahar’da.

        O da sadece eski Budva ya da UNESCO koruması altında olan eski Kotor’u görmek için.

        Deniz, kum, güneş için verilen o paralara yazık.

        Zira bizde alası var.

        Paha biçilemez olanı…

        Diğer Yazılar