Diyarbakır işkencehanesi…
2009 yılıydı.
O tarihlerde Sabah gazetesi yazarıydım.
“Demokratik Açılım” ya da “Çözüm Süreci” olarak adlandırılan dönemi anlamlı, değerli kılması adına Kürt siyasal hareketinin öncüleri olarak bilinen isimlerle röportajlar yapıyordum.
Mehdi Zana da o isimlerden biriydi.
1980'li yıllarda Diyarbakır Belediye Başkanı iken "bölücülük" suçundan mahkum olup 16 yılını cezaevinde geçirdikten sonra yurt dışına gitmişti ve uzun zamandır da konuşmuyordu.
Bir dönemin sembol isimlerinden olan eski milletvekili Leyla Zana’nın da eşi olan Mehdi Bey’i sonunda konuşmaya ikna etmiş ve yaşadığı Stockholm’e gitmiştim.
Ana konumuz elbette ki; “Kürt sorunu” ve bu sorunların çözümü için atılan adımlar, devamlılığı vesaire idi.
Ancak Mehdi Zana gibi bir isimle buluşmuşken tam 1 yıl önce yani 2008’de “The Times” gazetesinin, “Dünyanın en kötü şöhretli 10 cezaevi” arasında gösterdiği Diyarbakır E Tipi Cezaevi’ni konuşmamak da olmazdı.
Onlarca hikaye okumuştum ama tabii o işkencehaneyi bizzat tecrübe etmiş bir insandan yapılan kötülükleri dinlemek bambaşka bir etki yaratmıştı.
Kulakları çınlasın Mehdi Bey’in…
Bu anılarından birini tam da ilk günkü akşam yemeğinde… İskandinav Ülkeleri’ne gidildiğinde tadılması mecburiyet görülen muhteşem “somon balığı” yerken anlatmıştı.
O yemeği öylece masada bırakmıştım ve devam eden 3 gün boyunca da bir daha hiçbir şey yiyememiştim.
Hatta ülkeye döndükten sonra da…
Aklıma her geldiğinde midem bulanmış ve uzunca bir süre adeta travma yaratan bu hikayeyi silememiştim hafızamdan.
Falaka ile dayak. Zincirleyip askıya almak. Su döktükten sonra elektrik vermek ve daha niceleri bilinen işkence yöntemleridir.
“Fare yakalatma” yöntemi ise hiç duymadığım bir yöntemdi.
Bilmiyorum belki başka mahpuslarda da uygulanmıştır ama Mehdi Zana çıkış yerinin Diyarbakır 5 No'lu Cezaevi olduğunu söylemişti.
Onun anlattığı biçimde aktarıyorum; “Yapılan tüm işkenceleri kanıksamıştık artık. Kanıksayamadığımız 'fare yakalama' işiydi. Hücrede yoksa bile gardiyanlar dışarıdan bulup getirirdi. Ve hadi yakalayın deyip süre başlatırlardı. 15 dakikayı geçmezdi. Bu süre zarfında yakalayamayana saatlerce falaka ile dayak atılırdı. Yakalayana ise o fareyi yemesi emredilirdi. Yemiyorum diye itiraz eden özel işkence hücresine götürülür ve orada korkunç muamelelere tabi tutulurdu. Ben genellikle yakalamamayı tercih ederdim ama bir gün geldi dayanamadım artık ve fareyi yakalamak zorunda kaldım...”
Biliyorum ki çok irkildiniz okuduğunuz bu anı karşısında.
Ancak bunu anlatmak zorundaydım çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatı ile 42 yıl sonra boşaltılan o zindanda vaktinde insanlara neler yapıldığının hatırlanmasını, hafızaların tazelenmesini istiyorum…
Çünkü 12 Eylül’ün cehennemi ile ilgili nasıl bir tasarruf düşünülüyor henüz belli değil.
Duyumlara göre aslında Erdoğan müzeye dönüştürülmesine meyilli.
Ancak bazıları bu işkencehanenin müze olması halinde hatıraların canlanmasının mevcut atmosfere zarar vereceği ve bu nedenle de tamamen yıkılıp yerine okul ya da hastane gibi kamusal hizmet verecek bir alan yaratılmasının daha doğru olduğu yönünde önerilerde bulunuyormuş kendisine...
Umarım kulak asmaz Sayın Cumhurbaşkanı bu tavsiyelere...
Çünkü bu yol, yıllar önce yapılan o insanlık ayıplarının üzerini örterek bir anlamda işkenceci alçakların, namussuzların ekmeğine yağ sürmeye hizmet eder.
O nedenle HAYIR diyorum!
Yıkılmamalı o zindan ve dahası üzerine koskocaman harflerle; “Utanç Müzesi!” yazan bir tabela asılarak mevcut hali aynen muhafaza edilmeli...
Ve sonrada yeni nesil başta olmak üzere bilmeyene, duymayana, hatırlamayana o cehennemde yapılan zulüm bilakis o binanın içinde tek tek anlatılmalıdır diyorum!
Yanlış mı diyorum?