Siyaset ve kriz
TÜRKİYE’nin Anayasa tartışmasının bir kriz stratejisine dönüştürülmesi bir talihsizlik olmuştur. Anayasanın siyasetçilerin elinde yaşanılan kriz veya krizleri çözecek bir imkân olmaktan çıkıp bizatihi bir kriz nedeni olması önemli bir sorundur.
Anayasa değişikliğinin Türkiye için ne kadar gerekli olduğunun tartışılacak bir tarafı yoktur. Ülkemiz 27 Mayıs’tan sonra yapılan anayasalarla demokratik sürecin gelişmesini engelleyen bir anlayışla karşı karşıyadır. 1961 Anayasası’nın millet iradesini sınırlandırıp, etkisiz hale getirmeye dönük yaklaşımı netice olarak bugün vesayet rejimi diye tartışılan
soruna yol açmıştır. 1971’de yapılan değişiklikler 12 Eylül’den sonra yürürlüğe giren “darbe anayasası” ve sonradan yapılan değişikliklerle bu vesayet rejimi devam etmiştir.
Kuvvetler ayrılığı demokratik bir siyasal rejimin temel şartıdır. Oysa yürürlükte olan egemen anlayış “kuvvetler ayrılığı” fikrini değil tam tersine “kuvvetler birliği” fikrini, hukuk devleti kavramının yerine ikame edilen “resmi ideoloji”yle sürdürmek istemektedir.
KRİZ VE DEĞİŞİM
Türkiye’nin son otuz yılda hızlanarak artan değişim dalgaları arasında yaşadığını sıkça vurguluyorum. Bunun yarattığı sorunların çözümünde siyaset kurumunun önemli bir misyonu bulunmaktadır. Burada ortaya çıkabilecek bir zaaf ise hiç şüphesiz sorun çözme gücünün kaybına, siyaset üretilememesine ve krize yol açmaktadır. Ülkemizde egemen olan siyasal anlayışın çoğulculuğu reddetmesi, önce “bürokratik vesayet”, sonra da 1960 darbesiyle “askeri vesayet” rejimine dönüşen bir uygulamanın hâlâ geçerli olmasını istemesi ve bunu sürdürme çabası bir açmazı ifade etmektedir. İşte tam bu noktada anayasa değiştirmek, sivil bir anayasa yapmak önemlidir, fakat yeterli değildir.
VESAYET VE YENİ ANAYASA
Türkiye’nin sadece bir sivil anayasaya değil, aynı zamanda demokratik bir anayasaya
ihtiyacı vardır. Milletimizin siyasal iradesini hiçleştiren “devletçi” elitlerin, resmi ideolojinin konumunu sürdürmeye yönelik egemen yaklaşımın yerini bir başka monolitik eğilimle
değiştirmek sivil bir anayasanın ortaya çıkmasını sağlayabilir ama bu ülkenin ihtiyacı olan demokratik anayasa olmaz.
Ülkemizin ihtiyacı bugün yaşadığımız toplumsal çoğulculuğa, ulaştığımız modernleşme düzeyimizin ihtiyaçlarına cevap verecek sivil ve demokratik bir anayasadır. Bunu yapacak anlayış ancak çoğulculuğu bir değer olarak kabul eden ve bu süreci başlatma iradesini ortaya koyabilecek kararlılıkta olmalıdır.
Şu an geldiğimiz tartışmalarda ortaya çıkan manzara siyasal gündemin kriz çözmeye yönelik değil krizleri derinleştirmeye dönük bir eğilim içerisine girdiğini göstermektedir. Bu durumun ortaya çıkmasında birçok nedeni olabilir. Meclis’te çoğunluğu bulunan iktidar
partisinin açılım politikalarının yarattığı belirsizlik ve tedirginlik, ortaya çıkan gerilim manzaralarının toplumun geniş kesimlerince benimsenmemesi ve bunun hemen kamuoyunda “iktidar desteğini kaybediyor” şeklinde algılanması bu sebepler arasındadır. Kamuoyu yoklamalarında hükümete yakınlığıyla bilinen bazı araştırma şirketlerinin
açıkladığı anket sonuçlarında bile ciddi bir oy kaybına işaret etmesi tahminimce
anayasa değişikliği ihtiyacını politik bir araca dönüştürmüştür. Demokratikleşme yerine “referandum”la seçime dönük bir stratejinin benimsenmesi demokrasi tarihimiz açısından ciddi bir talihsizliktir.
Yeni bir anayasa yapmak, “vesayet rejimi”nden kurtulmanın imkânı olarak görülürken, bugün gerekli olan bu sivil ve demokratik hassasiyetin ön planda olmaması, bizi neredeyse anayasa teklifinde “vesayet”i statüsel olarak kurumlaştıracak bir teklifle karşı karşıya
bırakmıştır. İrdelediğimiz zaman sorunun ne düzeyde olduğu ortadadır: Anayasa teklifinde askeri bürokrasinin üst kadrosunun, milletvekili ve hükümet üyeleri gibi “seçilmişler”le aynı konuma taşınarak Yüce Divan’da yargılanması bunun en açık ve en çarpık örneğidir.