Aşklık ve eşeklik
BİR huzurevi hayal edin. İçinde umut ışığı sönmüş, fakat derin ve fırtınalı bir sürü yaşanmışlığı olan, yaşı epey ilerlemiş insanlar düşünün. Huzurevleri beni hep üzmüştür. Çünkü huzurevlerinin, biz sıradan insanlara huzur verecek bir görüntüsü yoktur. Yaşlı, hayattan umudunu kesmiş, kendi ayaklarının üzerinde değil ama anılarının üzerinde ve içerisinde yaşayan insanlarla doludur oralar. Çok sayıda huzurevine gitme şansım olmadı fakat gittiğimde hep korku ve endişeyle içeri girip büyük umutlar ve dev bilgilerle dışarı çıktım.
BENİMKİ DE PAYLAŞMAK...
Bir sürü 80 yaş üzeri insanın gözlerinin içine bakıp da bir şeyler söylemeye kalkışmak çok zor. Hayatımda en sus pus olduğum yer huzur evleri diyebilirim. Orada yaptığım şey, o insanlara bir umut olmak falan değil, onları mutlu etmeye çalışmak da değil. Onların derdi anlatmak ve paylaşmak. Benimki de dinlemek ve paylaşmak. O buz gibi koridorlardan geçerken her seferinde kendimi küçücük hissetmeme sebep olan hissi arıyordum yine. 80 küsur yaşlarında bir kadın bağırdı arkamdan: "Yan odadaki kadının göğsüne ilacını sürerken söyle, mendil de koysunlar." Sersemleyip
başımı sallamamla ikinci cümlesi üzerime doğru devriliverdi. "Her akşam yatağına yattığında, hâlâ aklına sahip olduğuna dua et. Diğer fiziksel durumların hiçbir önemi yok. Altına yapsan da bunun bir önemi yok, bırak değiştirirler. Fakat aklın dönüşü yoktur." Karşımdaki kadın yaşıtım biri olsa, ona cevaben zaten halihazırda aklımı kaçırmış olduğum cevabını verirdim. Fakat huzurevlerinde ağızdan çıkan her bir kelimenin büyük bir ciddiyeti var. Ne demek istediğini anlamıştım. Etrafıma baktığımda ilacını içmemek için direnen, bastonuyla onlara yardım etmeye çalışan hademelere saldıran, odalarından kaçan 80 küsur yaş o kadar aklını kaybetmiş insan vardı ki. Bütün bu gördüklerim ağzımda ve ruhumda bir mühürlenmeye sebep oldu. Bunlar her ne kadar akıldan çok uzak görüntülere sahip olsa da, onların ağızlarından çıkanların tuhaf bir ağırlığı vardı.
'OH BE BURADA HUZURLUYUM!'
Gülümseyip yoluma devam etmek istediğimde bastonuyla ayağımı ittirdi. "Aşklık ve eşekliğe de dikkat et". Sonra devam etti "Aşkla başlayan ömür eşeklikle geçer. 16 yaşımda kocama çok âşık olmuştum. Bazen yer yataklarında uyumak zorunda kaldık, küçücük evlerde oturduk, hayatımı hiç düşünmeden ona verdim. O, benim için o kadar değerliydi ki, kendisi kanser olup bu hayattan göçünce kendimi buraya kapattım. Oh be!" Bunun çok acayip bir aşk hikâyesi olduğunu sanırken, kulağımda çınlayan o "Oh be!" ile irkildim. Sonra devam etti: "Oh be! Burada tek başımayım ve çok huzurluyum. O gittiğinden beri çok huzurluyum. En sevdiğim birkaç eşyamla buraya geldim ve artık herkesten uzak ve yalnız olduğum için çok ama çok mutluyum. Ağırdır bir başkasını bu kadar sevmek ve uzun yıllar hayat sadece ondan ibaretmiş gibi yaşamak. Torunlarımı bile bırakıp buraya geldim. Oh be!" Kıkırdadım ve yanına çöktüm. Bana o zamanki aşkların nasıl olduğunu, kocasına nasıl âşık olduğunu uzun uzun anlattı. Sonra mesleğimi sordu, yazar olduğumu söyledim.
'BİLSEN KİM BİLİR NE YAZARDIN'
"Vah yavrum, siz ne aşkı bilirsiniz, ne de özlemi... Ne yazıyorsun ki? Bizim zamanımızı bilseydin, o zaman kim bilir neler yazardın" diye devam etti. O kadar çok şey söylemek istedim ki, fakat ağzımdan bir cümle bile çıkarmak o kadar zordu ki. Arada yutkundum, belli belirsiz bir fikir yürütmek istedim, bir cevap veya bir onay verebilmek istedim ama olmadı. Ben beceremedim ama o anladı. "Aşklık ve eşeklik etme!" Bastonunu yine yukarı kaldırmıştı. Bir ara onu kafama geçireceğini düşündüm ama bunu yapsaydı bile bunun bir anlamı olacağını düşündüğümden ona engel olmadım.
Vedalaşıp arkamı dönecekken yine konuya girdi. "Buraya geldim, ojelerimi çıkardım, saçlarımı ve tırnaklarımı kısacık kestirdim, takılarımı kızıma verdim, kıyafetlerimi attım, topuklu ayakkabıları salladım. Oh be! Sen sen ol, aşklık ve eşeklik etme!" Ona aşklığın ne olduğunu hiç sormadım. Ne olduğunu ikimiz de gayet iyi biliyorduk.