Akar ve Yeşilyurt'a "Atatürk'ün hatırasına hakaret"ten soruşturma
Süleyman Yeşilyurt ve Hasan Akar hakkında Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili sarf ettikleri sözler nedeniyle soruşturma açıldı
"Derin Tarih" isimli programda Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili sarf ettiği sözler nedeniyle Süleyman Yeşilyurt hakkında ve Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım hakkında sosyal medyada paylaşılan bir videoda söylediği sözler sebebiyle Hasan Akar hakkında soruşturma açıldı.
İşte Gazete Habertürk yazarları Murat Bardakçı ve Fatih Altaylı'nın konuya ilişkin yazıları...
MURAT BARDAKÇI: ÂFET HANIM VE MAHALLE KARILARINDAN BETER DEDİKODUCULAR
Atatürkile Cumhuriyet’in kurucu babalarına hakareti meslek edinmiş olan ve “tarih” diye mahalle karılarından beter mesnedsiz dedikodular yapıp duran üç zavallı ekrana çıkıp da ortaya Atatürk’ün özel hayatı ve manevî kızı âfet Hanım hakkında edepsizce iddialar atınca savcılık soruşturma açtı!
Gerçek bir tarihçi iseniz, eleştirinizi belge ile yaparsınız! Belgeniz varsa yayınlar, sonra o belgeyi yorumlarsınız ama işi küfür boyutuna getirmek aklınıza bile gelmez! Zira “insan” olanlar akademik eleştiri ile hakaretin arasındaki farkı zaten idrak etmişlerdir!
Atatürk hakkında böyle desteksiz uydurmaların ve hakaretlerin yolunu doktorluğunun yanısıra iyi bir tarihçi olan, Türkoloji alanında önemli yayınlar yapan, hattâ Lozan Anlaşması’nda da imzası bulunan ama sonradan tozutan ve tırlattığı hatıralarının hemen her satırından anlaşılan Rıza Nur adındaki çatlak açtı!
Rıza Nur’un ardından pespaye ve çapsız taklidleri ortaya çıktı! Kafasında fes, yakasında şıngır şıngır bir Osmanlı arması ve elinde de sopayla dolaşan ama tarihçiyi değil Tanzimat zanparasını yahut turistik Maraş dondurmacısını andıran adamın biri Rıza Nur’un palavralarına sarıldı, onun yazdıklarını bire bin katarak nakledip “üstad” oldu! Bu işi başkaları da ekmek parası yaptılar fakat ortaya bilinenleri değiştirecek tek bir belge bile koyamadılar; ya Rıza Nur’un söylediklerini abarttılar, yahut “Filâncanın amcasının oğlunun baldızının anneannesinin eniştesinin ahbabı bana demişti ki...” gibisinden dedikoduları nakledip tarih yazdıklarını zannettiler, o kadar!
HAKARET, SADECE HAKARET!
Zaman geçti, kalite daha da düştü, yerlerde sürünür hâle geldi ve son senelerde etrafı Rıza Nur’un onuncu, yirminci sınıf kopyaları sardı! Çirkefliklerle dolu mesleklerine Sultan Abdülhamid’i pazarlamakla başladılar ama sermayeleri bitti; Kâzım Karabekir’e el attılar, bu defa da karşılarında Karabekir Paşa’nın ailesini buldular ve nihayet ben dahil başkalarının bundan seneler önce yayınladıkları belgeleri makaslayıp Atatürk’e hakaret dolu yorumlar ilâve ederek yeni bir keşifmiş gibi pazarladılar ve bu işi “tarihçilik” diye yutturma yoluna gittiler.
Atatürk’e, Cumhuriyet’in kurucu babalarına ve hattâ devletin kuruluşuna senelerden buyana demediklerini bırakmıyorlardı ama ortada bulup yayınladıkları tek bir orijinal belge yahut doğru bilgi bulunmuyordu!
İşin daha da tuhaf tarafı, bu hakaretlerin 5186 sayılı kanuna göre bir ilâ beş sene hapis gerektiren suç olmasına rağmen savcılarımızın artık işin peşini bırakmaları idi ve dolayısı ile Atatürk’e “tarih” kisvesi altında edilen küfürlerin haddi-hesabı yoktu. Hedeflerinde şimdi rahmetli Âfet Hanım var ve Âfet Hanım ile Atatürk hakkında burada tekrar edemeyeceğim şekilde edepsizce sözler ediyorlar!
BİR ‘TENEZZÜL’ MESELESİ
Ben, âfet Hanım’ı tanıdım; zarif, düzgün ve daha önemlisi “çok iyi” bir hanımdı, ailesi de öyle... Çirkefliklerle dolu mâlûm televizyon programında Âfet İnan’ın kızı Arı Hanım’ı da işin içine dahil etmek maksadıyla “Bizi arasın, konuşsun” deyip durmalarına rağmen Arı İnan’ın bu adamları muhatap almaması ve annesi hakkındaki edepsizce iddialara karşı cevap vermemesi sadece bir tenezzül meselesidir ama böyle terbiyesiz ifadelerin sahiplerine “tenezzül”ün ne olduğunu nasıl anlatabilirsiniz ki?
Açık söyleyeyim: Tarihî şahsiyetlerin kanunla korunmasına karşıyım ama korunan kişileri akademik üslûpla eleştirmek yerine iş yalana, hakarete, küfüre ve hattâ yatak odası masallarına kadar götürülürse bu kanun “şart”tır ve kendilerini müdafaa edemeyecek kişilerin hatıralarının korunması vazifesi de devlete düşer.
Atatürk’ün ve döneminin eleştirilecek tarafları yok mudur? Sadece Atatürk dönemi için değil, her dönem için vardır ama bu iş akademik metodlarla ve en önemlisi de belge ile olur; züccaciye dükkânına girmiş fil gibi dangıl dungul, hırs ve nefret dolu sayıklamalarla ve zarafetten uzak şekilde değil!
Bugün sizlere anlatacağım bir de “Çukur Tarih” hikâyesi vardı ama yerim kalmadı! Önümüzdeki cuma günü yazacağım ve eminim eğleneceksiniz! Şunun şurasında iki gün var, sabır buyurun...
FATİH ALTAYLI: PİS BİR YAZI
Baştansöyleyeyim, kimseyi anasıyla, babasıyla, kardeşiyle, amcasıyla, halasıyla, teyzesiyle yargılamam.
Kendi seçimimiz değildir çünkü.
Kimimiz şahane bir aileye doğarız, kimimiz ise şanssız bir aile ortamı içine düşeriz.
Önemli olan sonrasıdır.
Çünkü sonrasını şekillendirmek, bazen çok zorlukla da olsa kendi elimizdedir.
Şahane anne babalardan berbat evlatlar, berbat ebeveynlerden harika çocuklar çıktığı görülmüştür.
Bu yüzden de dünyaya olumlu veya olumsuz katkı sağlamış kimsenin soyu sopu beni ilgilendirmez.
Bu ülkeyi yönetenlerin de, bu ülkeyi ve Cumhuriyet’i kuranların da aileleri hiçbir zaman ilgi alanıma girmedi.
Ben onların yaptıklarına bakarım, bıraktıkları eserlere, izlere.
Mustafa Kemal Atatürk’ünki de buna dahil.
Ama bu konuyla ilgilenen “hakiki tarihçiler” de var elbette.
Mesela Yunanlı tarihçi Vasilis Dimitriadis, Atatürk’ün bütün aile kayıtlarını buldu.
Tarihçi ve Balkan tarihi uzmanı Prof. Heath Lowry birkaç yıl önce bu bilgileri benimle paylaşmıştı.
Dimitriadis’in, Mustafa Kemal’in ailesini anlattığı “Bir Evin Hikâyesi” adlı kitabı da zaten çok yakın zamanda Türkçe yayınlandı.
Yani ortada bir sır, bir bilinmezlik yok.
Peki nasıl oluyor da Mustafa Armağan gibi bazıları çıkıp uluorta Atatürk hakkında yalanlar söyleyerek hakaretler ediyorlar.
Yanıtı basit.
Bunlar tarihçi değil, dahası “adam da değil”.
Ortalıkta tarihçi diye dolanıp, utanıp arlanmadan tarih dergisi falan çıkarmaya soyunan bu adamın tarihçiliği de yalan, adamlığı da.
Onun bunun kitaplarından, makalelerinden aşırdıklarıyla yayın yapan, hakaret ve kin kusan, bu suçtan mahkûmiyetleri bulunan bu tip ve benzerleri için “hakaret ve yalan” bir geçim kaynağı.
Düne kadar Cemaat kapısında bağlı durup oradan atılan kemiklerle beslenen bu zavallı, şimdi yeni geçim kaynağı olarak Cumhuriyet’e hakareti ve yalanları kullanıyor.
Almanya’da hilafet ilan edip sonra geberen birinin ürettiği düzmece belgeleri belge diye sunuyor.
Bu Cemaat kemikçisinin ilk vukuatı da değil.
Daha önce de motordan Dolmabahçe rıhtımına çıkan İngiltere Kralı’na elini uzatıp yardım eden Atatürk için, “Kralın önünde yerlere eğiliyor” diye yazan da budur, Venizelos’la yan yana duran Mevhibe İnönü için, “İsmet karısını Yunan’ın koluna taktı” diyen de budur.
Anlayacağınız rezilliği dizi değil, gırtlağını bile aşmıştır, kendi pisliği içinde boğulmasını sağlayacak seviyeye ulaşmıştır.
Bu FETÖ artığı pisliklerin adını burada tekrarlamak bile bu köşeyi kirletir aslında ve asıl olan bu “hastalıklı ruhların” adını dahi anmamak, ama yakalarını da hukuk yoluyla bırakmamaktır.
Herkesin annesi aynı mesleği yapmaz güzelim
Sadece Mustafa Armağan değil, birtakım başka tipler de bu ülkenin kurtarıcı-kurucu kişisine türlü hakaretten geçim sağlıyor.
Bunların adı bazen Mustafa, bazen Süleyman, bazen Hasan olabiliyor.
İsimleri önemli değil.
Bunlardan biri Atatürk’ün annesine, benim için önemi yok ama onlar için önemli gibi görünen, dinine bağlı bir kadına utanmadan “Fahişe” deme cüretini gösteriyor.
Peki bunu niye yapıyor biliyor musunuz?
Çok basit bir yanıtı var.
Ben de aklımın ermediği zamanlar böyleydim.
Annem ev kadını olduğu için, bütün annelerin ev kadını olduğunu düşünürdüm.
Anladığım kadarıyla bunlar da öyle.
Her kadını kendi anneleriyle meslektaş zannediyorlar.
Not: Yazı için kusura bakmayın ama delirdim.