HT Gastro
Seyahat

Tarihi taş şehir: Gjirokastra

Osmanlı izleri taşıyan Arnavutluk'un taş şehri Gjirokastra, tarihin tanığı olmuş, özgün taş ev ve sokaklarıyla ziyarete değecek bir Balkan durağı…

Giriş: 24.01.2024 - 12:08 Güncelleme: 24.01.2024 - 12:08
Haberler Gastro Seyahat Tarihi taş şehir: Gjirokastra

“...Kale çok eskiydi. Kale şehri doğurmuştu. Çocuğun annesine benzemesi gibi şehrin evleri de kaleye benziyordu…”

Bu sözler Arnavut edebiyatının en büyük yazarlarından İsmail Kadare’nin “Taş Kentin Kroniği” adlı romanından. Kadare, doğduğu yerden bu sözlerle bahsediyor romanında.

Gjirokastra nam’ı diğer taş şehir… Bir şehir düşünün, etrafında dağlar, arkasında kale, kaldırımları ve çatıları gümüşi taşlarla döşeli. Arnavutluk’un güneyinde, Yunanistan sınırındaki bu şehir, tıpkı karakteri gibi adını da bu gümüş taşlardan alıyor: Gümüş kale. Gjirokastra, Yunanca argyro (gümüş) ve kastro (kale) kelimelerinden oluşuyor. Argyro’nun Türkçe okunmasıyla “Ergiri” de deniliyor Türkçe kaynaklarda.

UNESCO koruması altında

Balkanlar’ın büyük bölümü ve bağlı olduğu Arnavutluk’un geri kalanı gibi Gjirokastra da 15. yüzyılda Osmanlı hakimiyetine giriyor. Balkan Savaşları sırasında kısa bir süre için bağımsızlık girişimleri olsa da 2. Dünya Savaşı başladığında talihsiz bir şekilde hem İtalyanlar hem de Yunanlar tarafından işgal ediliyor. İsmail Kadare de Taş Kentin Kroniği romanında tam bu süreci işliyor. Otobiyografik romanında, çocukluğunun işgal altındaki taş evleri, taş sokakları, komşu Yunan ve Arnavut halklarının, müslümanlarla hıristiyanların iç içe geçmiş yaşamını anlatıyor. Anlattığı sokaklar, yapılar bugüne kadar ayakta kalabilmiş. Bugün bile şehre girdiğinizde ezan ve çan sesini peş peşe duyabilirsiniz. Yüzyıllardır dokusunu koruyabilen şehir 2005 yılında da UNESCO tarafından korumaya alınmış.

Büyülü gerçekçi bakışla “dünyanın en eğimli şehri”

Arnavutluk’un güneyinde bulunan şehir tepede, kalenin eteğinde kurulu. Gjirokastra’ya ulaşabilmek için bugün bir uydu kent gibi görünen ve çarpık kentleşmeden nasibini alan şehrin yeni mahallelerinden geçmeniz gerekiyor. Eski şehre geldiğinizde iç içe geçmiş, dolambaçlı ve dik sokaklarıyla artık bambaşka bir atmosferde olacaksınız.

Kadare’nin romanına dönelim, büyülü gerçekçi diliyle şehri böyle anlatıyor:

“...Bu şehir tamamen eğri bir şehirdi. Hatta bütün mimari ve şehir planlaması kurallarını kıran, belki de dünyanın en eğimli şehriydi. Çok eğik bir yapıda olmasından dolayı, kimi evlerin çatısının bulunduğu yerin hizasında bir diğer evin giriş kısmı vardı. İnsanın düştüğünde boşluğa değil de başka bir evin çatısına düşebileceği tek yerdi burası. Bunu herkesten daha iyi ayyaşlar bilirdi...”

Şehir, karakteristik estetiğinin yanısıra bir yönüyle daha mimari açıdan önemli; yüzyıllardır kan davası ve savaş gibi endişeler, şehrin mimarisinin aileler tarafından "öz savunma" esasına göre inşa edilmesini sağlamış. Yine Kadare Taş Kent’te bu endişenin ne kadar da yerinde olduğunu ve sıradan evlerin, savaş zamanı hava saldırısı altında şehir sakinleri için nasıl da kale gibi birer sığınağa dönüştüğünü bu sözlerle özetliyor:

“...Kale çok eskiydi. Kale şehri doğurmuştu. Çocuğun annesine benzemesi gibi şehrin evleri de kaleye benziyordu…”

Şehrin belkemiği: Kale

Dağların arasından görünen Kale, Kadare’nin de işaret ettiği gibi şehrin belkemiği. Bizans döneminde, 12. yüzyılda inşa edilen kale çok iyi korunarak zamanla 5 kule, bir saat kulesi, sarnıcı, hapishane olarak kullanılan odaları ve tüm ihtişamıyla bugüne kadar ayakta kalmayı başarmış. Kim hüküm sürüyorsa, kale yapısına yeni bir unsur ekleyip dönüştürmüş. Osmanlı hakimiyetine girdiği 15. yüzyılda da pek çok ekleme yapılmış, saat kulesi ve su sarnıcı bu dönemden kalma örneğin.

İçeride sadece Osmanlı döneminden değil, hava saldırılarına karşı bir sığınak olarak kullanıldığı 2. Dünya Savaşı’ndan kalma pek çok savaş aleti de kalenin içinde yer alıyor. Ayrıca seçimle gelip kendini kral ilan eden Arnavut Kralı Zogu’nun, 1930’larda yaptırdığı hapishanenin izleri de yine görülebilir. Ki o hapishane Kral Zogu’dan sonra komünist rejim tarafından da siyasi mahkumları hapsetmek için kullanılacaktı. İşte yüzyıllardır Arnavut halkının tarihine tanıklık eden kale, biraz da bu nedenlerle bugün Arnavutluk’un en çok ziyaret edilen yerlerinden biri.

Kale her ne kadar savaşı çağrıştırsa da bugün kalenin tepesindeki alan, folklorik müzik ve dans gösterilerinin yapıldığı Ulusal Halk Festivali’ne sahne oluyor.

Prenses Argjiro efsanesi

Arnavutluk'taki anlatıya göre efsanevi halk kahramanı Prenses Argjiro, kalenin Osmanlılar tarafından fethedildiği sırada tutsak edilmemek için, bebeğiyle birlikte kaleden aşağı atlar. Prenses ölür ancak oğlu sağ kalmayı başarır ve annesinin çarpıp düştüğü taşlardan akan sütüyle beslenir. Hatta bazı kaynaklara göre kalenin beyaz taşları, bu anne sütünden geliyor. Bir bakış açısına göre Prenses Argjiro fedakar Arnavut halkını, bu trajik olaydan sağ kurtulan bebeği ise Arnavut halkının geleceğini ve umudunu temsil ediyor. Burada şehrin tarihi yine Kadare’ye çıkıyor, çünkü yazar bu efsaneden mülhem bir şiir de kaleme almış.

Çarşısı gece de gündüz de çok hareketli

Kaleden şehre inerek meşhur taşla döşeli yapılarıyla iç içe girmiş bir sürü sokağı keşfedebilir, kültür varlığı statüsündeki evlere göz atabilir, çarşısında geleneksel ahşap ve dokuma ürünlerinin satıldığı dükkanlara bakabilirsiniz. Sadece gündüz değil geceleri de cafe, restoran ve barlarıyla oldukça hareketli bir şehir. Otantik restoranlarda Arnavut mutfağının Osmanlı mutfağına da taşınmış olan geleneksel yemeklerini bulursunuz, örneğin türlü, kelle paça, köfte pilav, Elbasan tava gibi…

Biraz özgün mimarisi, biraz da UNESCO etkisiyle şehirde zincir otel göremeyeceksiniz, daha iyi bir seçeneğiniz var; kent sakinlerinin işlettiği otantik aile pansiyonlarında konaklayabilirsiniz.

Cami ve Bektaşi Tekkesi yan yana

Gjirokastra Etnografya Müzesi, hem komünist lider Enver Hoca'nın doğduğu bina üzerine inşa edildiği hem de şehrin karakteristik mimarisini gösterdiği için ziyaret etmeye değer. Ayrıca İsmail Kadare’nin de müzeye dönüştürülen evi çarşı içinde.

18. yüzyıla tarihlenen Gjirokastra ya da diğer adıyla Pazar Camii, “kültürel anıt” özelliği taşıdığı için, komünist dönemde tüm camiler yıkılırken ayakta kalmayı başarmış. Hemen bitişiğinde de Bektaşi Tekkesi bulunuyor, ikisini bir arada görebilirsiniz.

Bir gün Gjirokastra’yı ziyaret ederseniz yaklaşık 500 yıl Osmanlı hakimiyetinde kaldığı için mimarisinden mutfağına, dilinden geleneklerine pek çok detayda her iki kültürün birbirine ne kadar yakın olduğunu fark edeceksiniz. Ve eğer yolunuz buraya düşecek olursa İsmail Kadare’nin, kahramanı Gjirokastra olan romanı “Taş Kentin Kroniği”nin* şehri nasıl da tamamladığını görebilirsiniz, okumanızı tavsiye ederiz.

Yine Kadare’yle bitirelim:

“Nesiller doğar, yaşar ve ölür. Ama taş kent hep yerindedir. Savaşlar gelir geçer, kent yara alsa da ayaktadır. Önce kentin kadim idarecileri Osmanlılar gider, bağımsız Arnavutluk idaresi gelir; sonra onlar gider, İtalyanlar gelir. Sonra Yunanlar, Almanlar, hangi milletten olduğu önem taşımayan başka ordular... Kent, hep yerindedir.”

*Taş Kentin Kroniği, İsmail Kadare, Ketebe Yayınları, 2021

Bu içeriği paylaş
İLGİLİ İÇERİKLER