Dijital platform için mini dizi olarak planlanıp çekildikten sonra iki bölümlü bir sinema filmi projesine dönüşen ‘Atatürk 1881 - 1919’un, 2 saat 24 dakikalık ilk bölümü, 3 Kasım’da sinemalarda gösterime giriyor.
Atatürk üzerine çekilen belgesellerle ilgili nitelik ve nicelik anlamında pek sıkıntı yoktur. Ziya Öztan’ın TRT çatısı altında gerçekleştirdiği konulu diziler de gösterildiği yıllarda olumlu tepkiler alır. Ama yine de sinema filmi söz konusu olduğunda özlem ve beklenti hep büyüktür. Türkiye sınırlarını aşacak, dünyaya ulaşacak bir Atatürk filmi hayal edilir. Böyle bir filmin hâlâ çekilmemiş olmamasının nedeni ise genellikle sinema sektörümüzün yetersizliğine bağlanır.
Sektör bu tepkiler için ne düşünür bilemem. Kendi adıma emin olduğum tek şey, Türkiye’de Atatürk üzerine konulu film çekmenin pek kolay olmadığıdır. Dolayısıyla, yapımcılığını Saner Ayar ve Hakan Mahmutoğlu’nun üstlendiği ‘Atatürk 1881 - 1919’ filmini bu zorluklardan bağımsız olarak ele almak olası değil. Seyircilerin özlem ve beklentilerini karşılayıp karşılayamayacağını kestirmem zor. Sadece kendi adıma konuşursam, beklediğimden daha iyi bir filmle karşılaştığımı en baştan söyleyebilirim. Ama yazıya zorluklar üzerinden devam etmek istiyorum. Çünkü Türkiye’de çekilen tüm Atatürk filmlerini aştıkları ya da aşamadıkları zorluklar üzerinden değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.
Öncelikle siyasi ve ideolojik hassasiyetlerin üst seviyede olduğu bir konudur herhangi bir Atatürk filmi. Senaryonun herkesin bildiği, kabul ettiği, büyük polemiklere neden olmayacak genel bir çerçeve üzerinden şekillenmesi gerekir. Çoğu kişi için filmin vermesi gereken mesaj zihinlerde nettir, hatta tartışmaya dahi kapalıdır: Filmin her şeyin ötesinde, ulusun kahramanlık destanını ve coşkusunu yansıtması beklenir. 1919’da Atatürk’ün Samsun’a çıkışıyla sona erecek film, Millî Mücadele’yi, Cumhuriyet’in kuruluşunu ve sonraki dönemleri anlatmıyor belki; ama 20. Yüzyıl’ın en ilham verici liderlerinden biri olan Mustafa Kemal Atatürk’ün gençlik yıllarına odaklanarak seyircilerin duygusal beklentilerini yakalamasını biliyor. Siyasi ve ideolojik çerçevesini tam da bu beklentiler üzerinden kuruyor. Ama hamasetle idare etmek yerine zor yolu tercih edip insan hikâyesi olmayı hedefliyor.
Atatürk filmi çekerken ikinci zorluk, tarihsel hassasiyetler konusunda önceden verilmesi gereken kararlardır. Türkiye’de tarihçilerin, araştırmacıların en çok çalıştığı konular üzerine film çekerken doğal olarak belirli kısıtlamalar bekler sizi. Sadece tarihçilerin değil, seyircilerin birçoğunun da ayrıntılara hâkim olduğunu aklınızdan çıkarmamanız gerekir. Ayrıca, resmi tarihten yola çıkmanız, nerdeyse zorunlu bir tercihtir. Ama bu durum, tarihçiler açısından tartışmalı olan bazı konulara girmenizi engellemez. Başka biyografik öyküler üzerinde çalışırken birçok sinemacının yaptığı gibi ‘sanatsal özgürlük’, ‘sinemasal tercih’, ‘yazar veya yönetmen yorumu’ diyerek gerçekleri biraz eğip bükmeniz, Atatürk filmi söz konusu olduğunda ağır eleştiriler almanıza neden olabilir. Ama eleştiri almayacağım diye riske girmezseniz o zaman da lise müsameresinden öteye geçmeniz mümkün olmaz.
‘Atatürk 1881 - 1919’ resmi tarihten sapmayan ama gerektiğinde riskleri göze alarak müsamere duygusunu bertaraf eden ve ideolojik anlamda tercihlerini açıklıkla ortaya koyan bir film. Daha önemlisi, internette hemen ulaşabileceğiniz bilgi kaynaklarında okuyamayacağınız olaylar anlatılıyor filmde.
İlk filmde Mustafa Kemal (Aras Bulut İynemli) ile Enver Paşa (Sarp Akkaya) arasındaki çatışmaya baktığımda Necati Şahin imzalı senaryonun çıkacak tartışmaları göze aldığı belli oluyor. Filmde keskin bir Osmanlı eleştirisinin yanı sıra Mustafa Kemal’in İttihat ve Terakki Cemiyeti ile çatışmasına da yer veriliyor. Kuşkusuz, filmin tarihi gerçeklere ne ölçüde uyup uymadığı konusunda son söz, uzmanlar ve araştırmacıların... Ama kurmaca öğeler ne kadar güçlü olursa olsun, Mustafa Kemal ile Enver Paşa arasındaki çatışmanın hikâyeye güçlü bir dramatik omurga verdiği inkâr edilemez. Başlangıçta ikisi de II. Abdülhamid’e karşılar. Hürriyet istiyor ve Meclis’in bir an önce açılmasını talep ediyorlar. Ama bir süre sonra iktidara geldiğinde Enver Paşa’nın hürriyetle, basın özgürlüğüyle ilgili fikirleri, uygulamaları değişiyor. Daha önemlisi, Osmanlı hanedanıyla uzlaşmaktan yana olduğunu görüyoruz. Mustafa Kemal ise fikirlerinden vazgeçmiyor ve inkılapları hayata geçirmeyi hayal ediyor. Enver Paşa’nın siyasi gücü ile Mustafa Kemal’in ilkeli inkılapçılığının karşı karşıya geldiği bir çatışma bu. Cumhuriyet fikrinin Atatürk’ün gençlik yıllarından itibaren zihninde belirdiğini görebiliyoruz.
Filmin benim için kayda değer başarılarından biri, Mustafa Kemal’i yaşayan, nefes alıp veren bir karakter haline getirebilmesi... Daha önceki birçok filmde Atatürk, bazı belgesellerde kullanılan ve canlandırma diye adlandırılan tekniği akla getirecek şekilde karşımıza çıkardı. Karakterden ziyade tarih kitaplarından çıkmış, her tür riskten uzak statik bir imgeydi. Burada ise duyguları, düşünceleri ve iç dünyasıyla sahici bir insan görüyoruz. Geniş zaman kesitini anlatan ve birçok olayın üzerinden hızla geçip gitmesi gereken böyle bir film için ana karakterle kuracağımız duygusal bağ, büyük önem taşıyor.
O yüzden film, doğru bir kararla baştan sona Atatürk’ün duygu ve düşünce dünyası üzerinden şekilleniyor. Conkbayırı’ndaki açılış sahnesinde ‘flash-back’ ile Mustafa Kemal’in travmatik çocukluk anılarına döndüğümüzde, filmin bütününü kontrol eden ilk düşünce beliriyor: Ailesi ve tüm Türkler için güvenli bir yuva özlemi… Emperyalizmin Osmanlı İmparatorluğu’nu hedef aldığı bir dönem için hayati nitelik taşıyan bu özlemin, gelecekte Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar uzanacak güçlü bir hedefe dönüşeceğini biliyoruz. Ama ilk film, bu endişenin giderek büyümesiyle ilgili…
Çocukken maskeli eşkıyaların, babası Ali Rıza Efendi’ye (Mehmet Günsür) verdiği zararları görüyor. Olayın hemen sonrasında ise Selanik’teki yerel yöneticiler ve Osmanlı bürokrasisinin kendi vatandaşına sahip çıkmadığına tanık oluyor. Travmatik çocukluk anısı olarak ilk filmin başka anlarında da gördüğümüz maskeli eşkıya imgesi, genç Mustafa Kemal’in güvenlik endişesini yansıtan bir simge. Ailesinin yaşadığı Selanik’in tek kurşun atılmadan Yunanlılara teslim edilmesi, yöneticilere güvenini tümden sarsıyor. Genç bir subay olarak Şam’da gördükleri de etkiliyor onu. Asker ve bürokrasideki yozlaşmayı keşfettikçe imparatorluğunu çöküşünü önceden görüyor. Ama ülkeyi kim yönetirse yönetsin, vatanın bağımsızlığına olan inancını hiç kaybetmiyor.
İşte tam da burada, filmi kontrol eden ikinci düşünceye geliyoruz. Mustafa Kemal, siyasi fikirleriyle taviz vermez bir muhalif ve genç yaştan itibaren bunun bedelini hep ödüyor. Ama birinci önceliği, her koşulda askerlik ve vatan savunmasına hizmet etme düşüncesi… Pasif göreve atandığında kendini okumaya veriyor ve ileride asker olarak karşısına çıkacak sorunlar üzerine düşünüyor, önceden planlar yapıyor. Çünkü kendisini her şeyden önce vatanını savunması gereken bir asker olarak görüyor. Finalde Çanakkale kara muharebelerinden önce 57. Alay’ın askerlerine yaptığı, İstiklal Marşı’nın ilk dizesini anımsatan motivasyon konuşması, yine güvenli yuva özlemi, yani vatanı savunmakla ilgili.
Filmin bir başka artısı, Mustafa Kemal’in babası, annesi Zübeyde Hanım (Songül Öden) ve kız kardeşi Makbule (Sahra Şaş) ile ilişkilerini gösteren sahnelerde müsamere havasının olmaması; sahiciliğin yakalanması… Balkan Türklerinin ağzıyla konuşan, sevgi dolu, mütevazı bir aile tasvir ediliyor filmde. Ailesinin onun için çok önemli olduğunu biliyoruz ama kız kardeşinin müstakbel eşinin devlet memuriyeti için iktidardaki İttihat ve Terakki’den ricacı olması istendiğinde karşımıza gururlu, taviz vermez, öfkeli bir Mustafa Kemal çıkıyor.
Film, Atatürk’ün tarih kitaplarında anlatılan karizmatik, lider kişiliğini hiç zorlamadan; müsamere durağanlığına indirgemeden doğal hale getirmeyi başarıyor. Burada anahtar kelimeler, gençliğin dinamizmi, duygusallığı ve yöneticilere karşı duyduğu öfke… İşte tam da burada Aras Bulut İynemli’nin karizmanın içine duyguları ve gençliğin dinamizmini ekleme başarısının altını çizmek gerek. İynemli, gençlik öfkesini de iyi yorumluyor. Film, Osmanlı ordusu subayı Mustafa Kemal’in Sofya ataşemiliterliği sırasında maskeli baloya yeniçeri üniformasıyla katılmasını, onun vatan sevgisi, gençliği ve cesaretinin simgesi haline getiriyor.
İlk film aynı zamanda gençlik, büyüme ve olgunlaşma süreci üzerine kurulu… Genç subay Mustafa Kemal’in Şam’da yaşlı bir kadınla (Celile Toyon), Trablusgarp’ta Ömer Muhtar’la yaptığı konuşmalarda dikkatli bir dinleyici, duyarlı bir insan olduğunu görüyoruz. Mustafa Kemal, kendisini sürekli geliştirmeye çalışan, yeni bilgi ve tecrübelere açık bir kişilik. Trablusgarp’ta askerlerle arasına mesafe koymayı tercih ederken 57. Alay’da karşımızda onlarla aynı ateşin çevresinde oturan, hemen iletişim kuran bir komutan var. O sahnede neden Millî Mücadele’nin lideri olacağını anlıyoruz.
Yapımcıların Atatürk’ü konu alan bir filmde yönetmenlik, anlatım ve üslup konusunda uç noktalardan uzak duran; geniş kitleyi yakalayan, ülkenin ana akım sinema estetiğine uygun bir film dilini tercih edeceği kesin. Yönetmen Mehmet Ada Öztekin’in çalışmasına buradan baktığımda olabildiğince iyi iş çıkardığını, üstüne düşeni fazlasıyla yaptığını düşünüyorum. Günümüzde özellikle dijital ortamda ana akım sinemayla dizi estetiği arasındaki farklar giderek azalıyor ama ‘Atatürk 1881-1919’un öncelikle mini dizi olarak çekildiğini görebiliyoruz.
Hakan Yarkın’ın prodüksiyon tasarımı, Gamze Kuş’un kostüm çalışması ve Torben Forsberg’in görüntü yönetimiyle birlikte ‘Atatürk 1881 – 1919’, dünyayı dolaşmaya aday bir yapımın sahip olması gereken prodüksiyon kalitesine fazlasıyla sahip bir film.
Kuşkusuz, ‘Bir Atatürk filminin nasıl olması’ gerektiğine dair kendine göre fikirleri olan ve ‘Atatürk 1881 – 1919’u sevmeyen birçok seyirci de çıkabilir. Ama eğer amaç seyircilerin beklentilerini yakalayacak, geniş zaman kesitini anlatmayı hedef alan ‘bir Atatürk filmi’ ise kendi adıma hedefe ulaşıldığını düşünüyorum. Sonuçta, daha iyisi yapılana kadar en iyi Atatürk filmi…
7 /10