‘Merhamet Hikayeleri’ (Kinds of Kindness), yönetmen Yorgos Lanthimos’un, senaryosunu Efthimis Filippou ile yazdığı beşinci film… Lanthimos - Filippou işbirliğinin ürünlerine baktığımızda anaakım konvansiyonlarına hiç uymayan hikâyeler görüyoruz. Yeni filmlerinde de aynı çizgiyi koruyorlar.
‘Triptik fabl’ olarak da nitelenen ‘Merhamet Hikayeleri’, üç ayrı öyküden oluşan bir antoloji filmi… Üç öykünün kuşkusuz birçok ortak noktası var. Lanthimos – Filippou ikilisinin önceki dört filmiyle bağlar kurmak mümkün. Özellikle, ‘otoriteye, güce biat etmek’ teması üzerinden baktığımızda, üç öykünün hem birbirleriyle hem Lanthimos’ın önceki filmleriyle yakın ilişki halinde olduğunu görebiliyoruz. Özellikle Lanthimos’un Yunanistan’da çektiği ‘Köpek Dişi’ (Kynodontas – 2009) ve ‘Alpler’de (Alpeis – 2011) de benzer temaların hâkim olduğunu, her iki filmin bağımlılık ve otorite ilişkilerini ele aldığını hatırlıyoruz.
‘Merhamet Hikayeleri’ndeki üç öykünün genel çerçevesini aynı tema belirliyor: Biat etmek… Hikâyelerde emir vermeye, yönetmeye ve her dediğini yaptırmaya alışmış insanlar var. Var olma nedenleri ise yönetilmeye ve emirlere itaat etmeye bağımlı olan diğer insanlar… Filmin bir sahnesinde bir karakter ‘tükenen bir şeye güvenmek yerine süreklilik arz eden bir şeye güvenmenin daha iyi olduğunu’ söylüyor.
Filmin ilk öyküsü ‘R.M.F’in Ölümü’nde yıllardır iş, evlilik ve özel hayatını patronu Raymond’un (Willem Dafoe) her dediğini yaparak sürdüren Robert Fletcher (Jesse Plemons), vicdanını rahatsız eden tümüyle akıl dışı bir direktife karşı çıktığında işine son veriliyor. Aslında ‘azat ediliyor’, özgürlüğünü kazanıyor. Ama özgür iradesiyle hareket etmekten, kendi kararlarını kendi başına almaktan öylesine uzaklaşmış durumda ki, ne yapacağını şaşırıyor. Hayatını üzerine kurduğu sistem çöküyor. Aidiyet duygusunu kaybetmenin verdiği ruhsal boşluğun yanında vicdan ve merhamet gibi duyguların hiçbir önemi kalmıyor.
Lanthimos’un aidiyet duygusuyla dalga geçtiği, daha doğrusu oluşturduğu tehlikeye işaret ettiği söylenebilir hiç kuşkusuz. Karakterler aidiyetlerini kaybettiklerinde öylesine büyük bir boşluğa düşüyorlar ki, aynı duyguyu yeniden kazanmak için ellerinden geleni yapmaya başlıyorlar. Mesela üçüncü öyküde, Emily (Emma Stone) atıldığı tarikat benzeri küçük gruba yeniden dönmek için nerdeyse her şeyi göze alıyor.
Bir insanın suç işlemeyi, can almayı, kendine zarar vermeyi göze alarak dışlandığı yere veya daha önceki konumuna dönme isteği, filmin tekrar eden motiflerinden biri. En dikkate değer nokta ise karakterlerin, ‘yöneten / yönetilen’ veya ‘efendi / köle’ ilişkisine sapkınlık derecesinde bağımlı olması…
Buradan bir başka ortak nokta olan sapkınlığa geçebiliriz. Ama cinsel sapkınlıktan değil, karakterleri uç noktalara taşıyan çılgınca arzulardan söz ediyorum. İkinci öyküde, kaza sonucu düştüğü ıssız adadan kurtulup evine dönen eşi Liz’in (Emma Stone) artık aynı insan olmadığına inanan polis memuru Daniel’ın (Jesse Plemons) yaptıkları mesela… Ama inanın onun delilikleri, üçüncü öyküde, Margaret Qualley’nin canlandırdığı Rebecca’nın yaptıklarının yanında resmen hiç kalıyor. Sapkınlığı, nerdeyse hayatlarının anlamı haline getiren karakterler bunlar… Aklı tümüyle reddediyor, içgüdülerine söz geçiremedikleri için kendilerini çılgın arzularına bırakıyorlar; çünkü hayatlarına ancak böyle anlam katabileceklerini düşünüyorlar. Üç öykünün ana karakterlerine baktığımızda, üçünün de ahlak kodlarına aykırı akıl dışı amaçlar peşinde koştuğunu görüyoruz. İronik olan, başarılı olmayacaklarını tahmin ettiğimiz halde üçünün de hedeflerine ulaşmaları değil sadece. Hedeflerini doğru tespit etmiş olmaları, içgüdüleriyle kendileri için rahatlatıcı olan yolu bulmaları… Ayrıca ilk öykünün sonunda Robert Fletcher’ın zaten beklenen, hatta planlanan bir noktaya ulaştığını görüyoruz. Aslına bakarsanız, kötülüğe yönelen iradenin özgür olup olmadığı bile tartışmaya açık. Belki de her şey yine Raymond’ın planı…
Sapkınlıkları, inatçılıkları ve çılgınlıkları onlara mutsuzluk veya yıkım getirmiyor. Özellikle ilk iki hikâyenin açık şekilde mutlu sonla bittiğini not etmek gerek. Dolayısıyla, Lanthimos’un özellikle ilk iki öyküde şiirsel adalet ve ahlakçı finallerle dalga geçtiği dahi söylenebilir.
İlk filminden bu yana Lanthimos’un dikkatimi çeken yanı, insan doğası üzerine son derece sinik ve karamsar olması; snop bir tavırla kara mizaha tutunması… Tüm insan ilişkilerini, otoriteye, güce bağımlılık ve karşı çıkış üzerinden okumayı seviyor Lanthimos. Filmlerinde otoriteye, kurallara karşı koyan karakterler olduğunu da unutmamak gerek. Sadece ‘Zavallılar’ı (Poor Things - 2023) kastetmiyorum. Mesela ‘Köpek Dişi’nde babanın izni olmaksızın eve dışardan gelen birkaç filmin video kaseti, her şeyi değiştirir; evde adeta isyan başlar. ‘The Lobster’ (2015) ve ‘Kutsal Geyiğin Ölümü’nde (The Killing of a Sacred Deer - 2017) de benzer karşı çıkış temaları bulabiliriz. ‘Merhamet Hikayeleri’ ise daha çok otoriteye bağımlılık etrafında dönüyor. Özellikle ikinci öyküde, Liz’in kabul görmek için eşi Daniel’in her istediğini yapmasını not etmek gerek. Ayrıca, üç hikâyede de birileri farklı nedenlerle kurban olmaya hep hazır.
Sözgelimi, filmin kaza esnasında ölümü dahi göze almaya hazır R.M.F’in (Yorgos Stefanakos) eve gelişiyle başlaması tesadüf değil. R.M.F, mantıklı neden – sonuç ilişkilerine yegâne bağlı karakter galiba. İlk öyküde, hayatını tehlikeye atma pahasına maddi karşılık alıyor. İkincide, normal insanlar gibi iyilik yapıyor. Finalde sakin şekilde sandviç yemesi, tüm film boyunca gördüğümüz en doğal ve normal eylemlerden biri belki.
Dolayısıyla, filmin sessiz ve görece normal karakteri R.M.F’in üç öyküyü birbirine bağlaması şaşırtıcı değil. Üç hikâyede tekrar eden diğer motifler arasında hamilelik, ölüm, hastane, orji ve biseksüellik hemen dikkat çekiyor. Kazalar her üç öyküde önemli yer tutuyor. Analiz yapmak isteyen seyirciler için anahtar işlevi üstlenebilecek rüyaları da unutmamak gerek.
Tiyatro kumpanyalarının gösterilerini akla getirir şekilde, oyuncuların her öyküde farklı karakterler canlandırmaları, öncelikle film seyrettiğimizi düşündüren bir uygulama. İlk iki öyküde hastane koridorunda aynı kişi oturuyor mesela. İsteyenler, oyuncuların canlandırdığı karakterler üzerinden de bazı başka örüntüler bulabilir belki.
Aslına bakarsanız, tüm film için geçerli bu… Önceki dört filmlerinde olduğu gibi Lanthimos – Filippou, insanlar üzerine konuşsun, düşünsün, analiz etsin diye yazmışlar ‘Merhamet Hikayeleri’ni. Bazı temalardan yola çıkarak üç öyküyü tekrar eden motifler ve örüntüler üzerinden kurmuşlar. Filmi seven ve niyet eden bir sinemasever, eminim seyrettikçe bir sürü yeni şey keşfedebilir, farklı yorumlara varabilir. Lanthimos üzerine çalışan akademisyen ve eleştirmenler için de maden niteliği taşıdığı söylenebilir. Ama kendi adıma konuşursam, yukarıda yazdıklarımın ötesine geçip daha derin analizler yapmaya hiç niyetim yok. Mecbur kalmadığım sürece ikinci kez seyretmeyi de istemem açıkçası; çünkü beğenip beğenmemenin ötesinde ‘Merhamet Hikayeleri’ni sevemedim. Ama çok kötü bulmadığımı da eklemeliyim. İlk iki hikâyenin ilgi çekici dramatik omurgalar üzerine oturduğunu inkâr edemem. Ayrıca ilki hoş ve komik. Ama üçüncü hikâyenin bir an önce bitmesini istediğimi söyleyebilirim. Kuşkusuz, sorun süreyle de ilgili olabilir. 2 saat 44 dakikalık bir film seyrediyoruz ve sonlara doğru meraktan ziyade ‘Acaba bundan sonra nasıl bir saçmalık olacak acaba?’ duygusu egemen oluyor.
Kara mizahın yer yer çok iyi işlediği bir film ‘Merhamet Hikayeleri’. Başta Jesse Plemons ve Emma Stone olmak üzere oyuncuların performansları seyir keyfini artıran bir unsur. Arayanlar tüm filmi birbirine bağlayan başka düşünceler, temalar, motifler ve alt metinler bulabilir. Onlara kolay gelsin. Ama kendi adıma filmle duygusal bağ kurabildiğimi söylemem imkânsız.
Her filmini sevdiğim bir yönetmen değil Lanthimos. En sevdiğim filmi hâlâ yine Filippou ile birlikte yazdığı ‘The Lobster’. Kendi sinemasıyla anaakımı birleştirdiği ‘Sarayın Gözdesi’ (The Favourite -2018) ve ‘Zavallılar’ı her koşulda ‘Merhamet Hikayeleri’ne tercih ederim. Çünkü o filmlerde burada olduğu gibi kendisini tekrar etmiyor Lanthimos.
6/10